Yol notları

Kültürel aktarımın sağlam olması için hak, hakikat aşığı olmak gerekir, çünkü kültür, gerek eski zamanlardan, geçmişten bize kalan yapılar (bilgiler), gerek sinema görsel ve plastik sanatlar, gerek büyükannenizin anlattıkları olsun hakikat aşığında olması gereken kıymet bilme, hak yememe gibi değerlere ihtiyaç duyar. Aslında sözümona hak yememe başlığına, mesela çok önem veren bir dinin (çoğunluk tüm dinler bunu ister zaten) buna rağmen, buna rağmen… Değer bilme, hak yememe, hakkın geçmemesi için saygı, titizlenme, ilgi, emek, sevgi, gözünün üzerinde olması gerekir.

Kültür, bütün tanımları içeren anlamıyla çok seslidir, çünkü tektip olmayanı, insanı anlatır. 

Kültür ve sığlık. Kültür ve sıradanlık. Kültür ve görgüsüzlük. Yanyana gelmeyecek birliktelikler.

Şoför Hasan Bey’in önce nezaketi, sonra direksiyona sarılmış, belli ki romatizmalı, bükülmüş parmakları dikkatimi çekiyor (Yüzü halen gözümün önünde). Huzur verici, saygılı, görgülü bir yaşlı bey.

 

Öncesi… Birisi benim önüme geçmiş, ama ben onlardan önce el etmişken, o, onlar taksisine atlarken izin vermiyor, “ama önce o el kaldırdı” diyor ve taksisine bindiğimde ahlak ve saygıdan söz ediyor. Benim de birkaç kelamım, sonra ona, benim de yorgun düştüğüm bu bencilliğe, saygısızlığa müdahale etmesi nedeniyle teşekkür etmem. ‘’Siz nerelisiniz” diye soruyor. İstanbullu, diyorum. “Anlamıştım”, diyor, “Atalarınız?” Bildiğim en az 3 kuşaktır. Atalarımı biraz anlatınca şaşırıyor, merakla dinliyor. “Bana göre 300 bini geçmez İstanbul’da yaşayan İstanbullu sayısı (18/02/2021)”. Nereden bu veriye vardınız? “İstanbul’da yaşadığım yıllar süresince deneyimim, gözlemlerim” diyor. Sayılar veriyor, İstanbul’u semtleriyle belirterek sayılar. Hem ilgiye, hem meraka, hem tespitlerine şaşırıyor, seviniyorum, en sevdiğim konular, bir de insanca iletişim, taksi muhabbetleri, çoğu başka şehirlerden İstanbul’a gelmiş, bu işi yapan birbirinden ilginç insan tanımak. Sormadan anlatıyor: “Diyarbakırlıyım ben, 1978’de İstanbul’a geldim. Bir haftada duvar kağıdı ustası oldum, o zaman duvar kağıdı modası vardı. İstanbulluların evlerine girdim. Sabah 8’de giderim, kahvaltı sofrası kurulmuş, bir buçuk saat beni de tutarlar. İkramı bırakın da çalışayım, derdim. İstanbullular öyle çok zengin değildir, o yalılarda filan oturmazlar, arkalarda, Boğazın arkalarında, bana göre Ortaköy, Hisar en fazla oturdukları yerdir. Nezaket, kültür, insanlık, en önemli özellikleridir.” Benimle İstanbullu olmak muhabbeti yapıyor, özlem ve sevgiyle bahsediyor, yeni kalabalıklardan, saygısızlıktan, görgüsüzlükten çok dertli. “Ben yerel Diyarbakırlılarla İstanbulluları çok benzetirim. Şimdi maalesef yerel Diyarbakırlı da kalmadı.” Çok merak ediyorum, araştıracağım, Ziya Gökalp diyorum, biliyor, İstanbullularla yerel Diyarbakırlılar. Araştır! İletişim, kültür, saygı ve sevgi, ah bu taksi muhabbetlerimi kaydedip kitap yapmalıydım,neyse, bazılarını not alıyorum.

Hasan Bey Amca, sen çok yaşa, uzun sağlıklı ömrün olsun. 

Hepimiz, her birimiz bizi anlayan insanlara muhtacız, ancak bizi anlayan insanlarla duygusal bir bağ kuruyoruz. 

Levent metrodayım, Etiler yönüne gidiyorum, Akadlar ama durağın yönünü hatırlamıyorum. Aslında biliyorum, hep yaptığım bir yolculuk ama zihnim dağınık, deyip bir de hangi araca bineceğim diye yönünü sormam… Durağı sorduğum genç kız. Bana nezaketle hangi yönden bineceğimi söylemesi… Annemi kaybettim de kafam çok yerinde değil, yoksa çok basit bir soru, tek yön zaten, demem. O, gözlerime bakarak (bu kısım pek önemli) tüm samimiyeti ve içtenliğini hissettirerek çok üzgünüm, demesi. Sonra bir kez daha tekrarlaması.  Gözlerime bakarak…. Şefkati hissediyorum, gözlerim doluyor, içeride sessizce ağlıyorum. Metro içinde de beni takip ediyormuş, inerken baktığımda anlıyorum, o bana ben ona, birbirimize el sallıyoruz. 

Tanımadığımız insanlarla bile, iletişimle, konuşarak, duygularımızla bağ kurabiliyoruz… İnsandan insana ne muhteşem bir bağ. Unutulmaz, peri tozlu bir köprü adeta. Ah duygularımız, insan olduğumuzu bize hissettiren, bizi birbirimize bağlayan duygularımız… 

İnsanın hayal gücü mü duygularına yetişir, duyguları mı hayal gücünü harekete geçirir, yoksa birlikte mi hareket ederler, her ne ise cevabı, benim için şu anda hiç önemi yok. Çünkü çok güzel, özel, bulutların üstünde bir yolculuk yaptırdı bana tüm bunlar, ben mi çağırdım o mu geldi meçhul. İlginç bir yolculuktu. Annem sanki uçağın kanadında, tam benim pencereden baktığım yerde, uçağın kanat bitiminde oturuyordu. İnsan ihtiyaç duyduğunda istediğini çağırıp görebiliyor, hayal edebiliyor sahi gibi algılayabiliyor sanırım, ona inanmak istiyorsa…  Hayali, hüzünlü, gizemli, tempolu, hayata davet eden bir yolculuk, gökyüzü, şarkılar, ritm, duygular eşliğinde, dünü bugünü geleceği işaret eden…  

 

Bulutlardan yere inmişim, bambaşka ve feci sıcak bir hava. Kalabalıktan geçip havaalanı otobüslerine ilerliyorum, işte meşhur şirketin görevlileri. Kısa süreli bir diyalog ve genel memleket hali canımı sıkıyor, gelişmiş bir memleketten gelmişim, ah diyorum, ah, yerime oturduktan sonra not alıyorum: 

Herkes birbirine bir varlık olarak gerçek anlamda saygı göstermeyi, saygının her şeyden önce geldiğini anladığında, sigara izmaritlerini yere atmaktan tutun da bir soru sorduğunda burnunun ucuna gelmemeyi öğrendiğinde, seni bir kadın, bir arzu nesnesi kendisini namus bekçisi görmeyi bıraktığında, keyfiyet ve bireysel gelişmemişliğin yerini saygı aldığında her şey farklı olabilir. 

Herkesin doğduğu, rüzgârına, kokularına, sokaklarına, seslerine aşina olduğu şehriyle, köyüyle duygusal bir bağı var. Yatay ve organik bir ilişki bu. Kültürel ve duygusal hafızasının tüm bedenine kaydettiği… Bir başka şehirle, mekânla böyle bir ilişki kurması mümkün değil. Tabii ki hayran olabilir, tabii ki çok sevebilir, beslenebilir, yaşayabilir orada ama içinde doğduğu şehirde biriktirdiği tüm kayıtlar, gözlemler, ruha işlemiş bir gözle görür, algılar. Yeni yer, aynı zamanda bir varoluş sorunudur da, bir mücadele, kendini ispat da demektir, tüm göçmenlerde görüldüğü gibi, ki insani ve normaldir bu ve de gerçek. Bilgi yetmez şehirleri, mekânları içselleştirmeye, şehirlerin, mekânların da duygusu vardır bize geçirdiği. Orada doğmuşlar ispata, çok bilgiye de ihtiyaç duymazlar, onda yaşamış olmanın verdiği duyguyla hissederler, konuşurlar, sadece bakmazlar da, görürler. Dev bir enerji boyut gibi düşünün, sizi içine almış, belki farkında dahi olmadığınız... Doğduğumuz, büyüdüğümüz yerlerin kodları bize özel, hücrelerimize işlemiş duygularımız, yaşadıklarımızdır da aynı zamanda. Budur, doğduğumuz mekânla o çok özel ilişkinin sihri. 

İstanbullu olmayanın, İstanbul’u anlaması oldukça farklı, çok kültürlü, çok katmanlı imparatorluklar şehri olduğu, Osmanlı döneminde mimari ve sanatsal açıdan Roma kimliğini korumaya çalışıp, kimliğiyle şehre damgasını vurduğu, kültürel sürekliliği gücü yettiği döneme kadar cumhuriyetin de yaşattığı için de özel. Dolayısıyla bir tarih, sanat bilgisi gerekiyor ama ondan önce, tüm bu bilgilere sahip olmasa dahi bu şehirde doğmuş ya da uzun yıllar yaşamış olmanın getirdiği bazı önemli ayrıntılar var bana göre. Bir duygu var. Şehirle bir bütünleşme var. Çocukluk gençlik büyüme halleri derken algıları açılmış, baka baka, göre göre, o duygu, o rüzgar, o deniz, o minareler ve kubbeler şehri, o çok kültürlü ortam, o enfes ayrıntılar ilmek ilmek işliyor sanki ruhuna.  Elitistlik değil bu, nerede doğarsak doğalım bize geçen duyguların bedenimize, ruhumuza, bize yansıması, gayet olağan bir gerçek, her şehir, köy için de geçerli. Buraya herkes gelememiş tarihte, gelse de belli kurallar olduğundan, şehir olduğundan zamanla şehirle bütünleşmiş, kültürünü katmış, şehrim demiş, burada ölmek ve gömülmek istemiş. Gelen çarpılmış, giden anlata anlata bitirememiş. İstanbul’un o katman katman derinliğini kavramak sadece özenmeyle, hevesle olmuyor. Bir de yenme meselesi var, biz İstanbul’da yaşayanların, onu içselleştirmiş gerçek İstanbulluların onu yenme derdi, kendini var etme derdi yok, yenmeye gelmekle sevmeye gelen arasındaki fark, yazdıklarından, sözcüklerinden, algısından da anlaşılıyor… 

Vapurda (Haliç Vapuru) etrafa bakmıyor, Haliç gezisinin tadını çıkarmıyor, vapurda oradan oraya güzergâh boyu volta atıyor şalvarlı, takkeli amca, bakakalırken gelen yorum: 10 bin adımı tamamlamaya çalışıyor.😃

Marmaray. Bir çocuk güzergâhın yazılarını okuyarak soruyor: Ayrılık Çeşmesi nerede anne? Anne sadece nereye gideceğini biliyor haliyle, herkes şehri bilemez ki. Çocuk belli ki merak ediyor, adından ötürü. Kendimi tutuyorum karışmamak, Ayrılık Çeşmesi’nin neden Ayrılık Çeşmesi olduğunu kısanın kısası haliyle anlatmamak için. Düşünüyorum. Kuşaklar kayıp gidiyor elimizden, merak ediyorlar, düşünüyorlar, tüm dünyaya açıklar. Herkes merak ederek öğrenir, zaten bu yüzden gelişmiş ülkeler kültürün yaygınlaşması için merak duygusunu artırmayı önemser de bu tür bilgileri en anlaşılır dille kamusal alanlara serpiştirir.  Merakın kişiselliği ve toplumsallığı, fayda, gelişme, yaşadığı ülkeye, şehre, semte sahip çıkma, onunla bütünleşme, sayma ve sevme…  İnsanın aklı almıyor. Hiçbir şeyi öğretmeyen, hiçbir fırsatı, işbirliğini, kamusal alanı kullanmayan, kültürel aktarım meselesini yok sayan ya da vasatla idare ettiğini sanan, adında kültür olan kurumlarımız, derneklerimiz, müdürlüklerimiz, belediyelerimiz, bakanlıklarımız var.  Marmaray içine, semtlere, pek çok seçenek ve alternatifi bulunan yerlere insanların yaşadıkları yerle ilgili bağ kurduracak iki cümle ekleyememek, bunu aklı edememek, bunu önemsememek… Ben özellikle kültür konusunda çok öfkeliyim, çünkü içim kanıyor.

İnsanların bilgi yerine iktidarı, ki hangi iktidar olursa olsun, sevmesini hiç anlamıyorum, hiç de anlayamadım. Ama tabii şu var, bilgiye ulaşmak, öğrenme, merak içinde olma çabası gerektirir, öbürü kolay, kısa yol. Oysa insana özgürlük yakışır. Özgürlük de kültür ve bilgi ile mümkün. 

Kültür bizi başkalarından ayırdığı gibi birleştirir de, çeşitlilikte birleşmek kültürel mirastır. Yani 10 parmağın iyi ki 10’u da aynı değil. 

İzlemek yerine hayatın içinde olmak

Her yerde olman her şeyi bilmen gerekmez, kendinde olman, kendi gerçeğinin farkında olman yeter!

Her yazılana şehvetle sarılmadığımız, kendi aklımızı, bilgimizi, zihnimizi devreden çıkarmadığımızda dünya daha güzel bir hal alacak!

Anlaşılabilirliği artırmak. Bütün sanat türleri, kültürel projeler anlaşılabilirliği artırır. Eğer anlaşılabilirliği artırdıysa o proje başarılıdır. Anlaşılabilirlik, iletişim, kültürel aktarımın gizli kahramanları…

Batının Türk kavramı/algısı tam bir az gelişmişlik örneği, halen devam eden…

Herkes sınırlarını ve sorumluluklarını bilse hayatımız çok daha anlamlı olur. Herkes her şeye atlamaz, her şeyi beğenmez, her şeye karışmaz, her şeyi bildiğini sanmaz, dinlemeyi, saygıyı, sınırlarını bilir. Haddini aşma cesaretini bile gösteremez belki de!

Az bilen hep iddia eder, emindir hep, bilgiye baş koymuş, hep peşinden koşmuş, bilginin ne çok emek, sabır, zaman gerektirdiğinin farkında olan ise bildiğinden bile tereddüt eder, acaba yanılıyor muyum, der, araştırır, ince eler, sık dokur, az bilenin cüretinin karşısında belki de yanıldım deme bahasına!

Sıradışı işler yapmış, sıradışı başarılar elde etmiş rengârenk, zengin, güzel ruhlar ülkesi bu halk, bu memleket, sıradan, hatta vasat altı, yıllardır onunla ortak paydada birleşmemiş bu kadar yönetime, bürokrasiyi, yapıları artık kaldıramıyor, tahammülü bitti herkesin. 

Kendini arayış “mücadelesi” ya da çabasında, ki gerçekten bunu peşinde miydi şüpheli, orijinalliği, orijinal olma hevesini o kadar zorluyordu ki rüküşlüğünün farkında bile değildi. Her moda olanın ya da her hevesin ona uyup uymadığını, uygulanamayacağını da bilmiyordu. 

Anne kaybı, insan hayatında yepyeni, bilinmez bir yolculuk, hiç anneniz kalmamışken büyük bir şokla boşluğa fırlatılmışlık hissi, o duygunun fiziksel yansıması, sallanma, denge sorunu. 

 

Bir başka ülkeye, şehre uzun süreli kalmaya gittiğinde, özlem içindeyken sana kökünü hatırlatan bir ses, bir mekân görünce sevinirsin ya, için burkularak, öyle. Duygu karmaşaları.