din

Yaşar Nuri Öztürk ile halk, aydınlar, Türkiye’de İslam

Yasar Nuri Tempo 1998

Son yüzyılın en büyük kazancı, halkın aldatıldığının farkına varmasıdır, demişti, rahmetli Yaşar Nuri Öztürk, 1998’de kendisiyle yaptığım bir röportajda. O yıl, bir hafta içinde dinle ilgili üç ‘yalan'ın ortaya çıkmasını, zamanın kendisini haklı çıkarması olarak değerlendirmişti. Aydınları, siyasetçileri ve diyaneti de halkın gerisinde kalmakla suçlamıştı. İşte konuşmamızın tamamı. Aradan yıllar geçmesine karşın halen önemini ve güncelliğini koruyan bu röportaj arşivde kalsın istemedim. Ruhu şad olsun.

 

 

EMİNE ÇAYKARA: Son günlerde dinle ilgili tartışmalar hızlandı; gerek Türkçe ibadet gerek cenaze namazı tartışması ile farklı bir noktaya gelindi. İslam âlimi Fazlur Rahman’ın yıllar önce söylediği gibi Türkiye, İslam’ı doğru anlayıp değerlendirilen ülke olma özelliğinde aşama mı kaydetmek üzere?

YAŞAR NURİ ÖZTÜRK: Tek ülke demişti Fazlur Rahman. Cumhuriyet sayesinde Türkiye’nin öyle bir şansı oldu. Ama maalesef Türkiye’de İslam’a karşı olanlarla İslamı hurafeye boğduranlar el ele vermişler. Şirketleşmiş, sektörleşmiş, dinin ülkede anlaşılmaması için her türlü şeytanlığı sergiliyorlar. Bunun önüne geçecek olan halktır. Halk, heyecanları sömürülerek uyutulmuştur. Halk, doğruyu bulur; bugünkü medyadaki tartışmaların esası budur. Bunlar, dincisi dinsizi, halkı bir türlü adam görmedikleri için, “bu da nereden çıktı” diye bağırıyor. Bu, halkın ihtiyaçlarından, arzularından, arayışından çıktı. Halkı, birileri bir şeyleri empoze etmese düşünemeyen böcek gibi görüyorlar; senelerce bu suçu işlediler, devam ediyorlar. Halk bunlara şamarı indirecek. Halkı mezra kalıntısı gibi, geri zekâlı görüyor. Milyonları, milletin gözünün içine baka baka geri zekâlılıkla ithal ediyorlar, bunu yapanların içinde profesör seviyesinde insanlar var. Halka bakışları budur.

Ne yapmak gerekiyor?

ÖZTÜRK: Din ticareti, sömürüsü yapmayanla gerçek temiz aydınların halka yardımcı olması lazım. Tabii sağdan soldan bu insanların etkisiz kılınması için sürekli provokasyonlar, kafa karıştırmalar, saptırmalar yapılıyor. Dişleri dökülmüş bir yığın ruh hastası, halkı tahrik ediyor. Hiçbir yere varamazlar. Halk aldatıldığının farkına varmıştır. Son yüzyılın en büyük şansı budur. Bu, fevkalade önemli; bizim halkımızın tüm aldatma zulümlerine rağmen bu noktaya gelmesini de Allah tarafından sevilmesinin işareti olarak görüyorum.

Değişme yolunda ciddi birtakım adımlar atıldı.

ÖZTÜRK: Kesinlikle. Bu durmaz, halk, yumağın ucunu yakalamıştır. Öbür ucuna kadar yüzlerce yalan vardır halka yutturulmuş, bir bir ortaya çıkaracak. Biz de halka yardım edeceğiz. Herkes biliyor, başta da halkı kandıranlar. Bunu itiraf ederlerse saltanatları mahvolur. Yapamazlar, “Biraz daha idare edelim” diyorlar. Hapsi de uzatmaları oynuyor.

Hazreti Muhammed “Her devirde ümmetim içinden biri çıkar ve dini tecdit eder” diyor. Yani yeniden yapılandırır. Reforma karşı çıkıp yeniden yapılandırmayı kullanıyorsunuz siz de kitaplarınızda. Bu, bir görev gibi mi algılanmalı?

ÖZTÜRK: Görev veriyor, bu peygamberimizin ifadesiyle aydına verilmiş bir görevdir. Bundan kimse söz etmiyor. Çünkü bu aydının temel işlevi devreye girdiğinde yalancıların aleyhine olur. Peygamberimizi bloke ediyorlar, onun esas bize hayat verecek yönünü asla halka anlatmıyorlar, bunu birtakım Bedevi desenlerle örtüyorlar ve gerçek yaratıcı varlığı sürekli biçimde gözden kaçırıyorlar.

Siz, ‘Yaşar Nuri İslamı’ diye yeni bir model oluşturmak, sünnete ve hadislere karşı çıkmakla suçlanıyorsunuz bazı yazarlar tarafından…

ÖZTÜRK: Öyle bir şeytani tuzak kurmuşlar ki Hz. Peygamber’i bize gerçek ruh verecek kişiliğiyle tanıtanları da sünnete, hadislere karşı çıkıyor, şeytani edebiyatla etkisiz kılmaya çalışıyorlar. Halbuki peygamberin esas sünnetini katledenler kendileridir. Eğer onlar gerçekten peygamberin sünnetinden bahsetselerdi İslam böyle olur muydu? Yedi asırlık tablo ıslak paçavra gibi bunların yalan söylediğini suratlarına vurarak dünyaya gösteriyor, bunlar hâlâ yalanlarına tedavi çaresi arıyorlar. Çağın ortaya koyduğu süratli gelişmeleri, halkın bağrındakini, nasıl bir arayış içinde olduğunu görememekten kaynaklanıyor bunlar. Ben Kur’an’ı anlatıyorum, benim anlattığımı anlatan yüz civarında ilahiyatçı bilim adamı var. Din adına Kur’an  dışı hiçbir şey söylemedik. İnsanımız adına da akıl, bilim ve ülke gerçeği dışında hiçbir şey söylemedik. Zamanın yalanladığı tespitim yok. Aydın halkın gerisinde, bunu itiraf edemiyor. Şimdi halkın peşinden koşuyor, halk yakalıyor, aydın tartıyor. Halbuki bunu aydın gündeme getirecek, halk da onu izleyecekti, tersi oluyor bizde maalesef.

Bir dergide ’28 Şubat Kararları’nın devamı gibi gösteriliyorsunuz. Oysa yirmi yıldır aynı şeyleri yazdığınızı biliyoruz, bugün medya sizinle bu kadar ilgilendiği için bazıları tarafından yeni fark ediliyorsunuz. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?

ÖZTÜRK: Beni “28 Şubat Kararları’yla bağlantılı gösterdikleri için bunların hepsini iftiracı olarak lanetliyorum. Kur’an, iftiracıları lanetlediği için lanetleniyorum. Ben insan zannedip oturup konuşuyorum, sonra gidip fesat çıkarıyor, iftiracılık, mendeburluk yapıyorlar. Halk senelerdir şamar atıyor bunlara, farkında değiller. İnsanlık suçu işliyorlar. Allah da bu halkı bunlara karşı ödüllendiriyor. Bunların 100 sene sonra fark edeceği şeyleri halkın gönlüne ilham ediyor. 28 Şubat dünkü olay, son on yılda neler oldu din adına, hangi iniş çıkışlar sergilendi. Hangi yalanlar, karşı çıkışlar dikkat çekti. Bunları halk görüyor, muhasebesini yapıyor, sonunda yeni arayışlar içerisine giriyor. Medya ve iletişim imkânları da halka destek veriyor. Bunlar atık gibi halkın arkasından geliyor. Raia mantığıyla, davar gibi görüyor halkı, anlayın artık işte, bu halk sizden daha üstün kalitede ve sizi yönlendiriyor. Koca bir dergi geliyor benimle konuşuyor. 30 yıldan beri söylediğim şeyler, sanki dün akşam söylemişim gibi. bir fikir adamı alışılmışa ters şeyler söylendiğinde önce tepki görür, bir süre sonra zaman söylediklerini doğrulayınca bu defa halkın gönlünde taht kurar.

Sizce sorun nereden kaynaklanıyor?

ÖZTÜRK: Bu ülkenin iki yarası var: biri sahte aydın, birisi de sahtekâr politikacı. Ülkenin yarınlarını satıyor bunlar. Türkiye bu politikacılar ve aydın taslaklarıyla 21’nci yüzyıla girmek istemiyor. Halkın direnişi budur, bunları aşmak, hizaya getirmek istiyor. Bunu kabullenemediklerinden askerin üstüne atıyorlar, 28 Şubat diyor, bilmem ne diyor. Ben askerlerin beni okuyup seyrettiğinden bile kuşkuluyum. Kaldı ki ben 30 yıl önce ne dediysem onları tekrarlıyorum. İlk başta kıyametler koparan fikirlerimi zaman, doğruladı. Zaman en adil yargıçtır. En tutarlı filozoftur. Bu fark edildiği için biz bir taraftan eskiden bize karşı olanlardan ödül alıyoruz, öbür taraftan okumayan, okumak için direnen birçok çevreden övgüler alıyoruz.

Kim bunlar?

ÖZTÜRK : Hepsi var. İçinde hurafecilerin ağına düşenler de var. Enteresan bir kaderim var benim. Türkiye’de bu fikirleri ortaya attığınızda bana, “En tehlikeli yobaz budur. Humeyni’den bile tehlikelidir bu” diyorlardı. Birileri de “Bu zındıktır” diyordu.

Kimseye yaranamıyorsunuz.

ÖZTÜRK : Evet, bezginlik göstermedik, Allah bizim gönlümüze doğru yolda olduğumuzu ilham etmiş. Kur’an da bizim denetçimiz olarak sahip çıkıyordu. “Doğrusun yürü” diyordu, çıktı ortaya. Daha neler çıkacak, durun acele etmeyin. Yirmi yıl önce söylediğimiz ama henüz yakası açılmayanların da günü gelecek. Durun daha, zaman doğrulayacak onları da…

 

 

Herhalde değişim bir seferberlik işi. Oysa Diyanet biraz geç tepki veriyor gibi gözüküyor. Siz cenaze namazıyla ilgili açıklama yaptıktan sonra onlar, “Olur tabii” diye açıklamada bulundular.

ÖZTÜRK : Çok güzel bir örnek verdiniz. Ramazanın üçünde İzmir-Karşıyaka Müftüsü cenaze olayını uygulamaya koyuyor, “Din elden gidiyor” diye dört yanda ‘din tüccarları’ feryat ediyor. Dinsizlik tüccarları da dinde reform yapılıyor diye… İkisi birlikte çalışıyor bunların zaten. Gayet açık bu. Bir tanesi başladı mı diğerlerinin ne diyeceği bellidir. Aradan bir hafta geçiyor Diyanet açıklıyor, ilim adamları söylüyor, bir de bakılıyor elden giden bir şey yok. Peygamberimizden beri olan bir gerçek uygulanmadığı için gözden kaçmış, yok sanmış. Ne din elden gidiyor ne de halkın çok gerilerinde kalmış, aynı zikzakları, aynı tutarsızlıkları sergiliyor. Durmadan, İslam kaynaklarının asla kabul etmeyeceği fetvalar veriyor. Diyanet İşleri Bakanı ile Din İşleri Yüksek Kurulu aynı tele vurmuyor. Başkanın, bilgisi de var, kafası da aydınlık bir insan eme bir türlü rotasın oturup şu milletin önünde açık yüreklilikle inandıkların söylemiyor, kıvırıyor. Din İşleri Yüksek Kurulu bir fetva çıkarıyor, reisle konuşuyorsunuz, başka türlü söylüyor, söylememesi mümkün değil, o kaynakları okumuş biliyor. Din İşleri Yüksek Kurulu bir ilim ve fıkıh kurumu değil, siyasal kurum gibi kararlar veriyor, havayı koklayıp en az dedikodu olacak şekilde lafı idare edip işin içinden çıkıyor. Bu, ülke için büyük bir talihsizliktir. Göz göre göre ellerindeki kaynaklara ters kararlar verip siyaset yapıyorlar. Bunun durdurulması lazım.

Kaplumbağa adımlarıyla ilerleniyor bu yüzden ya da ilerlenemiyor.

ÖZTÜRK : Bu ülkede politikacılarla aydınlar, ‘Aşil’in kaplumbağalarına halk da Aşil’in atına benziyor. Kaplumbağalıktan kurtulmak zorunda. Halk, bunları Aşil’in atı durumuna getirir, kanat da takar. Allah’ın yer yüzünde uzanan eli gibidir halk. Cenab-ı Hak gücünü halkta tecelli eder. Halka  kucak açıp iyi niyetle onunla barışmak, değer vermek lazım. Onu demirbaş kabul etmek lazım, bunu yapamıyorlar. Bunu 21’nci yüzyıl taşır mı? Taşımaz, bu kabak bir yerde patlayacak. Halka dua etsinler ki bu kabak başlarına patlatmıyor da şurasını burasını çizerek  bunların da uyanmasına vesile oluyor. Bu da onun büyüklüğü. Kalkıp, “Siz bana yıllarca ölülerimin arkasından dua etme hakkını niye ‘dinde yok’ diye sakladınız” diyebilirdi? Kıyamet koparabilirdi. Koparmıyor.   

Nasıl yani?

ÖZTÜRK : Cenaze namazı örneği. Siz çocuğu ölmüş anneye nasıl ‘çekil’ dersiniz? Baba sen kıl, anne çekil. Böyle din olur mu? Söylemiş midir böyle din? Bunu dayattınız. Bunu fark eden halk ortalığı birbirine katsa ne olacak? Bir hafta içinde üç dört tane yalanları ortaya çıktı. Halkın basiretine, sabrına bakın. Halk, öbür yalanların altında ezilmesin diye meselenin tartışılmasını istiyor.

 

Arşiv
Açık

"Ben laik bir Müslümanım"

Ethem Ruhi Fıglali Kitapları

İslam’la laiklik bir arada olabilir mi? Bir kesim, laikliğin İslam’a aykırı olduğunu iddia ediyor ısrarla.

ETHEM RUHİ FIĞLALI. Her din mutlaka insanların günlük hayatlarını düzenleme gayreti içindedir. Yahudilikte bu çok daha katıdır; yiyeceğinizden içeceğinize kadar müdahale ederler. Yahudilik olsun, Hıristiyanlık olsun herhangi bir dinde bütünüyle laikliği aramak mümkün değildir. Bana göre İslam, laiklikle en barış içinde olabilecek dindir. Çünkü kendi yapısı içinde yönetimle, siyaset felsefesiyle alakalı son derece kısıtlayıcı ve belirleyici hükümleri getirmemiştir. Laiklik bir egemenlik konusudur; hukuk, yönetim, siyaset meselesidir. Egemenliğin kökenin Tanrı ya da insan olması konusudur. Laiklikte temel felsefe, egemenliğin, insanın iradesine bağlı olmak üzere yönetimini belirlemesi esasına dayanır. Atatürk’ün “egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” derken kastettiği buydu. Bu manada İslam, egemenlik konusunda insanı bütünüyle hür bırakıyor; yeryüzünde insanın kendi yapıp ettikleriyle hür iradesini kullanabileceğini ortaya koyuyor. Bu açıdan konuya yaklaşıldığında İslam ve Laiklik son derece rahat bir şekilde bir arada bulunabilir. İslam’ın diğer dinlerde olduğu gibi elbette evrensel birtakım değerleri var.

Nedir onlar?

FIĞLALI. Adalet, eşitlik –sosyo ekonomik eşitlik–, başta inanç olmak üzere insanın her türlü hürriyetinin sağlanmasıdır. Bütün bunları yaptığınızda Kur’an-ı Kerim’in temel sistemine uygun davranmış oluyorsunuz. İslam’ı yine laik sistemde kurabiliyorsunuz. İslamiyet biçimler üzerinde durmaz; şu an insanoğlunun ulaştığı en iyi yönetim demokrasi olduğu için bu manada adaleti esas alacaksınız. Bunun ötesinde de insanın canı, malı, ırzı ve mülkü ile dokunulmazlığını savunacaksınız. Parlamento girer danışma deyince… Bunu yaparken tavır, evrensel değer olarak Kur’an-ı Kerim’in ısrarla üzerinde durduğu ilkelerden vazgeçmemiştir.Bazılarının kuran-ı Kerim’in laik sisteme ters gibi gördüğü, “Allahın hükmettiği şekilde hükmetmeyenler kafirdir” ayetinden hareketle ortaya koymak istedikleri husus geçerli değildir. Neden? Kur’an-ı Kerim’de tespit edilenler, 610 ile 632 yılları arasındaki Mekke ve Medine’deki Arap toplumuna uygun düzenlemelerdir.

Bugün yine bazı kesimler özellikle Yahudiliğe yönelik nefret dolu yaklaşım içindeler. Oysa Hz. Muhammed’in döneminde başka dinden olanlara bugünkü bakılmamış değil mi?

FIĞLALI. Tabii efendim. Medine döneminde, gelir gelmez ilk yapılan işlerden biri “Medine sözleşmesi” denilen, başka dinlere, inançlara mensup insanlarla bir arada yaşamanın kurallarına konması olmuş. Vatandaşlarına yönetimi altında bulunduğu ülkenin kurallarına uyması koşuluyla her hakkı tanınmıştır. Zulmedilmemiştir, ikinci sınıf vatandaş olarak da görülmemiştir. Her din yaşanmaya başladıktan sonra insanların kültürlerine göre şekil kazanıyor. İslam da bu kötü akibetten kendisini kurtaramamıştır. Emeviler döneminde başlayan bir Arapçalık yaşayışı İslam  adına takdim edilir olmuş. Kur’an-ı Kerim’in getirmek istediği mesajın dışında Cahiliye döneminden beri gelen ya da kısmen değiştirilmiş olan Arap kültürünün, Arap yaşayışının izleri yerleştirilmiş. Bu izler, -ki bunlar kültür değerleri- dokunulmazlık zırhına büründürülerek din gibi takdim edilir oldu. Esas tartışılması gereken bence budur. Kur’an-ı Kerim’in bir başka ifadesi şudur; bütün evren insanoğlunun emrine verilmiştir; onu ihya etmek, geliştirmek zorundadır, sırlarını keşfetmek ve insanoğlunun önün yeni ufuklar açmak zorundadır.

Bilim devreye giriyor yani…

FIĞLALI.  Elbette, araştırmayı teşvik eder Kur’an-ı Kerim. Elbette Kur’an-ı Kerim de her dinde olduğu gibi şunu söylemektedir; Madem ki Tanrı tek yaratıcıdır o halde bilim olarak ne kadar ileri gitmiş olursanız olun yine bir bilinmeyenle karşı karşıyasınız; bu bilinmeyen tek varlık Allah’tır.

İnsanlar arasında kutuplaşmalar yaratılıyor, laiklik dinsizlik olarak gösteriliyor. Siz ben laik bir Müslümanım diyebilir misiniz?

FIĞLALI. Gayet tabii, nasıl diyemezsiniz ki. Ben pekala laik bir Müslüman, Atatürk’e inanan biri olarak rahat bir biçimde Müslümanlığımı yaşıyorum. Çok iyi bir Müslüman olduğuma inanıyorum.

Din adına yapılanlara, savunulanlara, karşı çıkılanlara bakılarak İslam’dan uzakta Araplara özgü, saptırılmış bir dinle mi karşı karşıyayız?

FIĞLALI. Evet. Kur’an-ı Kerim’in 23 yıllık iniş döneminde, Hz. Muhammed’in yorumuyla iç içe bulunduğumuz İslam’ı, aradan yarım yüzyıl geçtikten sonra bulamaz hale geldik. Zaten o nedenle İslamiyet’in ilk yüzyılında sayısı yüzü aşan düşünce ve davranış okulu diyebileceğimiz hukuk okulları ortaya çıktı. Bu, konuya tek bir kalıp halinde yaklaşamayacağımız anlamına gelmekte. Kur’an’ın karşı çıktığı kabilecilik, aşiret zihniyetiyle ilgili hususlar ne yazım ki Emevi toplumuyla birlikte yeniden boy gösterir hali gelmiştir. Türkler Müslüman olduktan sonra kendi kültür çevrelerinden gelen değerleri İslamla yoğurarak hayat anlayışı yaratmışlardır; ben buna Türk Müslümanlığı diyorum.

Türk Müslümanlığından uzaklaşma var mı sizce?

FIĞLALI. Evet.

Ne kadar süredir?

FIĞLALI. Benim kanaatimce 20-25 yıldır böyle bir eğilim var. Araplaşmaya, Acemleşmeye eğilim var.

Bunun nedeni ne?

FIĞLALI.  Arapça bilen gençlerin sayısını artması, Arapça ve Farsça kitapların tercümesini sağlamıştır. Tercüme takdir edilecek bir iş ancak tercüme edilmiş eserlerin bulundukları toplumun kültür şartları göz önünde bulundurularak yeni bir zemin üzerinde değerlendirilmesi gerekir. Tercüme edilen eserlerin, Türkiye’nin tarihiyle hiç alakası yoktur; Araplar, Kuzey Afrika gibi sömürge ülkeleri olarak yaşamış ülke eserleridir. Bütün bunlarda o ülkeleri sömürgeden kurtarmak için insanları dinin militarist tarafın sevkeden görüşler ağırlıklıdır. Bir Suriye’nin, Irak’ın, Mısır’ın şartıdır; neden yazıldığı düşünülmeden bunlar İslamın emri gibi takdim edildi ve Türkiye’de bir kan değişimi içerisinde bu anlayış doğdu. Bu tip neşriyatlar beni o kadar üzüyor ki. Maalesef bizim Müslüman arkadaşlarımızın çıkardığı dergilerde Osmanlı dönemini, Selçukluları İslamiyetten sapmış gibi sakil bir yolla karalıyorlar. Arap yaşayışına uymadığınız taktirde Müslüman değilsiniz gibi bir anlayış hakim kılınmaya çalışıyor. Esas Türkiye’deki sancı budur.

 

Osmanlı’da bile recm, el kesme gibi şer’i hükümlerin uygulanmadığını söylüyorsunuz. Birtakım ülkeler örnek gösterilip bu şer’i hükümler önümüze geliyor. Gerçekten  o dönemde uygulanmamış mı bu kurallar?

FIĞLALI.  Kur’an-ı Kerim’de hukuki kural olarak önümüze sürülen hususların sayısı 6 bin küsur ayetlik kitabın içerisinde toplam elliyi bulmaz. Bunlar, Kur’an’ın emirleri gelene kadar son derece kötü bir biçimde uygulanan hususlara disiplin getirmiştir. Hukukta bir kural vardır; her bir hukuki kural mutlaka bir sebebe dayanır. Sizin örnek verdiğiniz el kesmeden hareket edelim. El kesme hırsızlık için verilen bir cezadır. Hırsızlık, insanın kendi hakkı olmadığı bir şeye el uzatmasıdır. Kul hakkı, Kur’an’da son derece önemlidir; buna haksız el uzatana Kur’an’ın verdiği ceza da el kesme. Niye? O günkü toplum tarım toplumu, hayvancılıkla geçinen bir toplum. El dediğimiz organ çok önemli. Şu anda böyle bir durumda benim elimi kesmeleri bir anlam ifade etmez. Çünkü tıp o kadar ilerlemiştir ki suni eller yapıyorlar. Bugünün şartlarına göre vereceğiniz en ağır ceza beni radyosuz, kitapsız, kalemsiz, televizyonsuz bir hücreye kapatmak. Hedef, kul hakkının, insanlara verilmesi gereken değerin ortaya konması. Bu sonuna kadar böyle olacak anlamına gelmez. Gelmediği içindir de İslam’ın adalet timsali olan ikinci halifesi Hz. Ömer, hilafeti sırasında oluşan bir kıtlık yılında, insanların fevkalade muhtaç durumda oldukları bir dönemde bu emri kaldırmış, uygulamamıştır.

Siz aynı zamanda Cambridge Üniversitesi’nde mezhep ve tarikatlar üzerinde dersler verdiniz, bu alanda uzmansınız. Bir sürü yeni tarikat, bunların küçük kolları oluştu. Ne düşünüyorsunuz bu konuda?

FIĞLALI. Ben mezhepler tarihçisi olarak ifade edeyim. Eğer bunlar benim tarihte gördüğüm gibi ciddi temellere, düşünce boyutuna dayanan faaliyetler olsa ciddiye alır, kafa yorardım. Ciddiye almıyorum bunları. Benim kanatimce bu gruplar, kendilerine bir Pazar bulmuş, orada oyalanıyorlar ve yaptıklarının mutlak anlamda dini olduğuna inanıyorlar. İslam’ı, dini bilmiyorlar. Aksi taktirde bir Muteziler, Hariciler kadar bilgi sahibi olurlardı. Samimiyetsiz demiyorum ama İslam adına ortaya çıkmalarıyla başkalarını yücelttiklerini görüyorum.

Şeriatla yönettiklerini iddia edenler İslam’a göre yorumlar yapıp yasaklar getiriyorlar kadına. Bizde de kadının kocasına ismiyle hitap etmesi yasaktır gibi İslami olduğu iddia edilen tuhaf kurallar öne sürülüyor. Kur’an-ı Kerim, kadınlarla bu kadar uğraşıyor mu?

FIĞLALI. Hayır efendim. Hz. Muhammed dönemi de dahil olmak üzere, kadın çarşıda pazardadır. Hz. Ebubekir ve Ömer döneminde özellikle çarşıda pazarda müfettişlik görevini bile üstlenmiştir. Kadının, o günkü Arap toplumu içinde İslamiyet’le kazandığı bir değer var. Ancak ulaştığımız düzeyde kabul edilmesi gereken düzey olmayabilir bu. İslamiyette önce Arap dünyasında kadının adı yoktu. Kadını bir eş, arkadaş durumuna, haklar ve yükümlülükler açısından eşit duruma İslamiyet getirdi; o günün şartlarında kabul görebilecek olan ve ihtilal diyebileceğimiz haklar bunlar… Yeterli midir? Değildir. Bunun başlangıcını yapmıştır; insanoğlu geliştikçe, şartlara uygun olmak koşuluyla siz bu hakları sonuna kadar genişletirsiniz. Kadının eve kapatılması diye bir şey Kur’an’ın özünde yoktur. Yanlış uygulamalar kültürlerin ürünüdür.

(1997, Tempo Dergisi)

Arşiv
Açık

“21. yüzyılda din olmayacak”

Garaudy

Prof. Roger Garaudy, dünyaca ünlü bir düşünürdü. 2012'de hayata veda etti.  Bizde, özellikle İslamiyeti seçtikten sonra dikkatleri üzerine çekse de 1954 yılında Fransız Komünist Partisi’ne üye olmuş, meclis ve senatoda görev yapmış, 1956 yılında Fransız Komünist Siyasi Büro Şefliği’ne kadar yükselmiş bir kişiydi. Marksist Araştırma ve İnceleme Merkezi Müdürlüğü de dahil olmak üzere pek çok önemli görevde bulunmuş ve 1970’de fikri anlaşmazlıklara partiden çıkartılıp 1981’de Müslüman olmuştu. Pekçok kitabı olan Garaudy ile İstanbul'da tanışma ve röportaj yapma şansına erişmiştim. Önemli şeyler söylemişti. İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür İşleri Daire Başkanlığı’nın düzenlediği I. Uluslararası İslam Düşüncesi Konferansı için İstanbul’daydı. Yıl 1996 idi. Ben Tempo Dergisi'nde, Din Haberleri Editörlüğü yapıyordum. Garaudy ile Filistinli eşi Selma el Faruki ve çevirmeni Ayşe Arslan eşliğinde söyleşim. 

- Sizi Batı toplumlarında en çok ne rahatsız ediyor?

ROGER GARAUDY. Her şeyin alınıp satılıyor olması. Yani özetle insan tahrip ediliyor. Her şey alınıp satıldığında yaşam anlamını kaybediyor, mahrumiyet başlıyor. Bu Rönesansla başladı. Rönesans, kapitalizmin ve sömürgeciliğin ortaya çıkışıdır aynı zamanda. Kapitalizm galip geldiğinde her şey satın alınmaya başlandı. Bata da erk, otorite. Bunun en tipik örneği; imparatorun seçimi… Üç adayın da arkasında büyük sermayeler vardı. Şarlken kazandı, çünkü arkasında en büyük Alman bankası vardı. Böylece de para otoriteyi getirdi. Hem otorite hem de sonsuz yaşam satın alınmaya başladı. Roma’da kilise sayesinde günahlar bağışlanabildi. Bir bakıma cennet satışa çıkarıldı. Mutlak güç para oldu. Pazar, Rönesanstan beri sosyal ilişkilerin regülatörü oldu. Yani fuhuş, yolsuzluk kişisel kusurlar olmaktan çıktı, devletin yapısal bir formu haline geldi.

- Dinler arasında bir diyalog kurulabilir mi sizce?

GARAUDY. Ben dinler arasında diyalog kurulacağına inanmıyorum. Din, bir kültür aracılığıyla görünür, bir inançtır. İnançlar arasında diyalog mümkündün. Dinler yoktur, kültürler vardır. Bir Tanrı vardır ve bu kültürlerle gelmiştir. Sonuç olarak diyalog, herkes kendi dinine kapanmadığı, kendi dininin en iyisi olduğunu iddia etmediği –maalesef bugün yaşanan tersi- sürece mümkündür. Bu da karşındakinden bir şeyler öğreneceğini kabul ederek olmalıdır. Bunu kabul etmek demek “ben inandığımın mutlak olmadığını, şüphe içerdiğini kabul ediyorum” demektir. Gerçek diyalog böyle olur. Aksi taktirde, siz istediğiniz kadar kendi dininden başkasını tanımayan bir Katolik misyoneri, İslam’ın en son ve en mükemmel din olduğunu, Muhammed’in peygamber olduğunu sonuna kadar savunan bir ulemayı bir araya getirin, hiçbir anlamı olmaz. İnsanlar, başkalarından bir şeyler öğreneceğini öncelikle kabul etmelidir. Diyalog, cevaptan çok soru sormaya dayalıdır. “Din sorunlarımıza bir cevaptır” deniyorsa diyalog olmaz. “Din, soru sormaktır” diyorsanız “yaşama anlam katan, soru sorandır diyorsanız, benim kendi dinimi geliştirmek için sizin dininize de ihtiyacım olduğunu kabul edersiniz. Upanişadlar’a da ihtiyacımız var. İster Hıristiyan ister Müslüman olsun din okullarına baktığımda tek bir geleneğin öğretildiğini görüyorum. Hiçbir Hıristiyan okulunda İslamın, Budizmin yada başka bir dinin öğretildiğini görmedim. İnsanlar bu yüzden  cahil; kendi dinlerinin en iyisi olduğunu sanıyorlar. Kötülükte buradan geliyor. Şu ortamızda duran teybi alın ve ikimiz de resmini yapalım; farklı olacaktır sizinki de benimki de. Oysa obje tek. Bu obje Tanrı olduğunda benim sizin vizyonunuza ihtiyacım var, sizin de benimkine. Bence dinlerin sonuna geldik. 21. yüzyılda ne İslam ne Hıristiyanlık olacak. İnsanlar anlamı arayacak, bu bir postulat; cevap değil; soru. Cevabımız yok, inanç bir soru düzenidir… Ne dünyanın kökenleriyle ilgili, ne yaşam  ne insan, ne de dünyanın sonuyla  ilgili cevabımız var. Her gün bu soruları soruyoruz. İnanç var olan bir sıkıntı, korku, bir umut halinde. Kesinlik yok. İnancım var, cebimde mendilim var demek. (Bu arada eşi Selma el Faruki bir başka masada oturan çevirmeni Ayşe’yi çağırıyor gelip dinlemesi için)

- Dünyada "aşırı dincilerin" artışı hakkında ne düşünüyorsunuz?

GARAUDY. Sömürgeciliğe karşı bir reaksiyon bu. Anlıyorum. En kötü aşırı dincilik sömürgecilikti. Entegrizm, mutlak gerçeğe sahip olduğunu iddia etmek ve bunu başkalarına dayatma hakkına kendinde görmek demektir. Büyük engizisyoncular belki de kişisel yaşamlarında birer aziz değillerdi. Mutlak gerçek olduğundan ve buna inandıklarından bunu başkalarına empoze ediyor ve insanlara ateşe, yani onlara göre Tanrı’ya yolluyorlardı. Gerçek aşırı dinciler sömürgecilerdi. Bugün gördüğümüz  bütün aşırı dinciler, ki bunlar sadece Müslümanlar değil,-Çin kültür devrimi de bence bir entegrizimdir-, bu sömürgeciliğe karşı bir reaksiyon içindeler. İnsanlar kimliğini korumak istiyor. Kimliğini korumak, sömürgecinin etkisinden kurtulmak demek. Aşırı dinciler din üzerinde geriletici bir rol oynuyorlar, çünkü yüzyıllar öncesine ait formüllere kapanıp kalıyorlar. İslamda da böyle. En kötüsü, belki de Siyonist entegrizmi. Kutsal topraklar, seçilmiş halklar diyorlar, bunlar hiç varolmamış nosyonlar. Bugün hiçbir anlamı olmayan şeyler. Bunun üzerine politika inşa ediyorlar. İnsanları öldürmek çözüm değil. Silah depolarına, polislere saldırıyı anlayabilirim. Direniş döneminde bunu yaptık. Bize terörist dendi. Unutulan, Filistin’de bir işgalin ve buna karşılık  bir direnişin olduğu. (Eşi, çevirmene bakıp “keşke söylemeseydi” gibisinden bir yüz ifadesi takınıyor. Belki de Garaudy hakkında İsrail aleyhine konuştuğu için Fransa’da açılan dava yüzünden.)

- Bu normal diyorsunuz öyle mi?

GARAUDY.  Hayır, anlaşılabilir. Biz de yaptık bunu. İtalyan işgali vardı, benim de içinde olduğum grup direndi. Trenleri bombaladık, saldırdık.

Arşiv
Açık
Abone ol din