Ferdi Tayfur

Melek Kobra

Melek Kobra Kitap

Bir kişinin dünyasına nasıl girebilirsiniz? Onu tanıyarak, onunla sohbet ederek, arkadaş olarak, onu anlamaya çalışarak... Yine de ne kadar tanırsanız tanıyın ona yüklediğiniz anlam, kendi algılarınız, yaşam deneyiminiz, iç dünyanız vb. etkilerle sınırlıdır. 

Günlüklerse özeldir, sırdaştır, mutlaka bir yerlerinde yazanın hayata bakışından, özlemlerinden, itiraflarından, iç dünyasından parçalar vardır. Yazanlar acaba günlüklerini sadece en yakın arkadaş olarak mı görürler? Günlerini o günkü duygularıyla kaydederken bir gün birilerinin okuyacağı akıllarından geçer mi?   

Önce Melek Muhlis... Sonra Melek Tayfur. Ve son olarak kendi seçtiği soyadıyla Melek Kobra... Ve hepsi de Melek Kobra olarak imzalanmış üç defter... 

1915’te başlamış bir yaşamın kahramanı Melek, bugün pek çoğumuzun hafif eğlenceyle hatırladığı, küçük öksürüklerle simgelenmiş, bir dönemin en belalı hastalığı (ince hastalığı!) veremden muzdarip olunca hayatı değişiyor. Vereme yakalandığında yaklaşık 20 yaşında. Yüzyılın ortalarına kadar pek çok kişinin ölümüne yol açan bu ciddi hastalık öyle melodramlarda yaşanmıyor, hayatı melodramlara çeviriyor. Ki aslında bugün bile kitapta veremle ilgili bir değerlendirme yazısı bulunan Prof. Zeki Kılıçarslan’ın belirttiği gibi her yıl 8 milyon kişinin hastalanmasına, 1.7 milyon insanın da ölmesine yol açıyor. 

Melek, ilk olarak babasının topluluğuyla oyunculuğa adım attığında yıl 1931. Yani 16 yaşında. O da bir dönem genç kızları için başka anlamlar ifade eden meşhur güzellik yarışmalarına katılıyor, birinde 13. oluyor.  Sonra Muhlis Sabahattin ve Yusuf Sururi’nin yazdığı “Perde Arkası”nda Ayda, meşhur “Ayşe Opereti”nde Neşe,  “Asaletmeap”ta Prenses Leyla oluyor. Muhsin Ertuğrul’un “Söz Bir Allah Bir” filminde Ayten... 1933’de çekilen yine Muhsin Ertuğrul’un “Milyon Avcıları” filminde rol arkadaşı Ferdi Tayfur ile tanışıyor ve evleniyorlar. Ferdi Tayfur’un kendisini uyuşturucuya alıştırdığı, daha sonra tedavi gördüğü ve Tayfur’dan ayrıldığı bilinenler arasında. Sahnede iken ağzından kan geldiğinde meşhur illetiyle tanışıyor. “Masal kahramanı” gibi güzel, tanınmış, ünlenmeye başlamış, ama gizli gizli aşk acısı çeken bir genç kız aslında. Umutları var, imrendiği hayatlar var, yaşam var önünde... O yüzden Çamlıca’da Neriman’ın evinde tutmaya başladığı ilk defteri oldukça farklı bir Melek çiziyor. Hani bunları niye yazmış dedirtecek cinsten.  Onu himayesine alan, masraflarını karşılayan Veli takma isimli dostuna karşı ikiyüzyüzlülüğünü saklamıyor. İkinci ve üçüncü defterde olanlar oluyor. Hastalığına karşı iyileşme umudunu yavaş yavaş kaybetmesiyle başka bir Melek oluyor; daha sahici, daha duyarlı, daha bir edebi dil kullanan... 

“Gece bütün esrarlı haşmetiyle odama doldu. Bu koyu karanlığa mermer elbise ören aydınlık hafifçe içeri süzüldü. Uzakta yavaş yavaş gün bize vedaını haber veren mor pelerinine bürünüyor ve yerini gecelerin sultanı olan karanlığa terk ediyor.

Karşıki tepede parlayan elektrik hüzmeleri bir odaya gelişigüzel serpilmiş pırlanta parçaları gibi yanıp sönüyorlar. Ayın yanında bana göz kırpıp duran çoban yıldızına bakıyorum. O kadar çok bakıyorum ki, adeta o yerinden oynuyor gidiyor, tekrar geliyor zannediyorum. Bu güzel gecede her şey güzel, yalnız bu yalnızlık fena!”

Başta babasıyla hiçbir ilişkisi yokmuş gibi yapan Melek gidiyor, babasına kızıyor: 

“Annem gece bende kaldı, gece biraz rahatsızlandım. Neden bilmem, babam yine ne on para ne de kimse yolladı. Ellerimi açıp her aklıma geldikçe beddua ediyorum, beni burada inim inim inletti. Aç bıraktı, defolup gitti, bir defa uğramıyor. Çek Melek, çek bakalım ne zamana kadar tahammül edebileceksin... Sağlam malmışsın doğrusu...”

Önceleri umursamazmış gibi yaparken eski eşi Ferdi Tayfur’a karşı duygularını kendine itiraf edebiliyor: 

“Bugün, yine seni en fazla istediğim günlerden biri... Seni istemek, istemek ne güzel, ne baş döndürücü bir arzu bu Yarabbi!”

Sonra hamisi, dostu Veli Bey’e içini tüm hiddetiyle, olduğu gibi döküyor. “Muhterem Veli Beyefendi diye başlayan” mektupta bir dönemin yakıştırmalarını da görüyoruz: “Daha hâlâ yakası kadifeli, Tokatlıyan pezevengi kılıklı paltolar telebbüs etmekte devam ederseniz üzerinize konan “kart puş azmanı” damgasını silemezsiniz. Çifte perdah sinekkaydı traşınızın üzerine bir şakaktan bir şakağa buladığınız duvar kireci gibi pudra ile yüzü yıkanmamış sıvacı kalfasına benziyorsunuz. 

Sonra size halisane bir tavsiyem; gülerken daima ağzınızı sağ tarafa çarpıtınız ki, sol tarafta dökülen dişleriniz göze çarpmasın. Yemeklerde de biraz kanlı şeyler yemelisiniz ki, verem osuruğuna benzeyen benzinize kan gelsin.”  

Ve sonra gittikçe azalan umudunu ifade ettiği satırlar... Ölümünden birkaç ay evvel, 6 Eylül 1939’da, sonbaharla birlikte hüzüne kapılıyor: 

“Sonbahar bizim gibi hastaları ürkütür zaten. Tabiat canlı, yeşil rengini kaybetti. Önümüzdeki bağ adeta kuru bir odunluğa döndü. Yaprakların arasından sarkan ayva kozalakları, sonbahar habercileri gibi geliyor bana! Deniz daha koyu görünüyor. Ve gökyüzü yazın olduğu gibi berrak değil sık sık bulutlanıyor. Ve nihayet melun Azrail’den bir yaz daha çaldık!”

19 Eylül’deyse kendi kendine itiraf ediyor: “Kemirici, isyankar ihtiraslarım yok artık. İstemekten yoruldum. Beklemekten yoruldum. İyi olmak istiyorum yalnız. Bu akşam çok ümitsiz olduğum halde ölümden korktuğum akşamlardan biri! Yaşamak çok güzel, hayat çok çekici! Salome’nin dansı, Kleopatranın gözleri, Dalila’nın daveti kadar câzip bu hayat! Çok çabuk ayrılacağım bu mukaddes sevgiliden!” 

Melek Kobra’nın Hatıratı, kadınsı oyunlar, ayrıntılar, hem yüzeysel hem derin duygular, bir dönem Beyoğlu yaşantısı, insanları, sanatçıları, doktorları (meşhur Nissen, Dr. İhsan Rifat) ile dolu ve çok ilginç. Verem hastalığının tedavisi için hasta akciğer bölümüne gelen birkaç kaburga kemiğinin çıkarılarak göğüs duvarının çökertildiğini Melek Kobra ile öğrendim, ana solunum kasının sinirinin kesildiğini de...     

Gökhan Akçura’nın yayına hazırladığı kitabı Prof. Zeki Kılıçarslan’ın verem hastalığıyla ilgili, psikoterapist ve yazar İskender Savaşır’ın hastanın psikolojisi, Serhan Ada’nın ise hastanın edebi yanıyla ilgili değerlendirme yazıları tamamlıyor, uzmanlık alanlarıyla yaptığı saptamalarıyla kitabı üç farklı gözden daha okumamızı sağlıyorlar. 

Düşünün, üç defterden oluşan Melek Kobra’nın Hatıratı (kendisi Hatırat diye belirtse de günlüğü) aradan yıllar geçtikten sonra araştırmacı Cengiz Kahraman’a ulaşıyor, Muhlis Sabahattin ile ilgili (Melek Kobra, ünlü besteci ve kompozitör Muhlis Sabahattin’in kızı) araştırma yapan Gökhan Akçura bir gün, bir sahafta Kahraman ile karşılaşıyor ve Kahraman bu günlüklerden söz ederek elindeki fotoğraflarla birlikte Akçura’ya emanet ediyor. Aradan 67 yıl geçiyor ve Kobra’nın defterleri okuyucularla buluşuyor. Elbette hayatı da... Ve kendi deyişiyle “Adı Adsız Günler” yaşamış Melek Kobra’yı bize sevdiriyorlar. İsterseniz hâlâ tesadüflere inanın!.. 

 

Arşiv
Açık
Abone ol Ferdi Tayfur