Melek Annem ve Ben kitabimdan Sazidil Kalfa

AFRO-TÜRKLER, TÜRKİYE’NİN ARAPLARI

Onlar aslında yüzyıllardır buradaydı; kaderlerine sessizce boyun eğerek yüzyıllar boyunca buraya taşınmışlardı. Haliyle hepsi Türkçe öğrenmiş ve Türk vatandaşı olmuşlardı. Ama biz farklılıklarını merak edip sorgulamadan kültürlerini, onları görmezden geldik hep. Zenci dedik, Somalili dedik, herkesi bir tuttuk, nereden geliyorlar acaba diye düşünmedik, haliyle de kimse onların geçmişini bilmedi. 

Tophane’de bir zamanlar ‘Türkiye’nin Siyahları’ başlıklı bir sergi açılmıştı. Sergiyle birlikte Kölekıyısı kitabı tanıtılmış ve bir panel düzenlenmişti. Hani Türk filmlerinde, romanlarında, öykülerinde karşımıza çıkan ama nedense bir türlü nereden geldiklerini, niye hep hizmet yapan görevlerde olduğunu pek de (aslında hiç sorgulamıyoruz, genelden bahsediyorum, çünkü genel kültür insanın tüm hayatını, ülkeyi etkileyen önemli bir şey) sorgulamadığımız Arap nüfusumuzla ilgili ben de ilaveten pek çok şey öğrenmiştim. Katılımcılar arasında Kölekıyısı isimli kitabın yazarı Afrikalılar Dayanışma, Kültür ve Yardımlaşma Derneği Başkanı Ayvalıklı mermer ustası Mustafa Olpak da (kendi deyişiyle Arap Mustafa) vardı ve bizzat yaşadığı deneyimlerden, ona anlatılanlardan örneklerle içerden acı gerçekleri anlatmıştı. Aslında TRT tarafından Arap Kızı Camdan Bakıyor isimli bir belgesele de konu olmuştu onun, ailesinin, dostlarının ve yüzyıllardır bizimle yaşayan, bizden olan bu toplumun hikâyesi. Olpak’ın Arap Kadın Kemale/Kölelikten Özgürlüğe olan ilk kitabının ardından Kenya-Girit- Ayvalık/ Köle Kıyısından İnsan Biyografileri kitapları da bulunuyor. 

Sabancı Üniversitesi’nden tarihçi Hakan Erdem, katıldığım o panelde Osmanlı’da köle ticaretinin farklılığından bahsetmişti. Bu konuda çıkan kitaplar göreceli olarak artık çoğaldı, özellikle Nida Nebahat Nalçacı erken dönemden başlayarak neredeyse tüm araştırmalarını esir ve köle ticareti üzerine yoğunlaştırdı. Bu ticaretin nasıl işlediği, hangi alanlarda çalıştıkları gibi ve en önemlisi arşiv belgelerine dayalı ayrıntılarla veriyor; Sultanın Kulları kitabını, Büyük İstanbul Tarihi’ndeki Osmanlı İmparatorluğu’nda Köleler makalesini okumanızı öneririm: «İstanbul’daki köle nüfusu statik olmamakla birlikte çeşitli kaynaklar yardımıyla tahmin edilebilmektedir. Bu kaynakların en düzenli bilgi aktaranları şüphesiz Venedik elçilerinin raporlarıdır. Halil İnalcık, bu raporlar vasıtasıyla İstanbul’daki kölelerin, savaş esirlerinin ve devşirmelerin toplam nüfusunun 1568 yılında 60.000’i, 1609 yılında 100.000’i bulduğunu kaydeder. Bu rakamlar abartılı kabul edilmekle birlikte savaş esirleri ise bu sayının çok daha altında bir nüfusa sahipti. Öyle ki, kamu teşekkülündeki esir iş gücü açığı kimi zaman köle pazarından satın alınan köleler ile kapatılırdı.» Bizans döneminde Kapalıçarşı yakınında, Osmanlı döneminde ise Haseki semtinde kurulan Pazar 17. yüzyıldan itibaren yine Kapalıçarşı ile Nuruosmaniye arasındaki Tavukpazarı diye bilinen yerde kurulmuştu.  

Hakan Erdem o günkü konuşmasında, Osmanlı topraklarında Amerika’dakinden farklı olarak açık köle sistemi diye bir sistemin yaygınlaştığını; ırkçılığa dayanmayan, kölelerin aileler arasına karıştığı farklı bir sistem olduğunu söylemişti. Taa Yıldırım Bayezid’den beri Afrika’dan beyaz ve siyah köle alıp ithal edilmiş, özellikle Sahra Altı denilen bölgeden, yani Habeşistan’dan Nijerya’ya kadar olan yerlerden alınıp getirilmişler. Belgelerden anlaşıldığına göre yolculukları haliyle çok zormuş, Trablusgarp ve Bingazi’den alınıp Girit’te mutlaka bir mola verilirmiş. İlginç olanı Amerikan filmlerinde gördüğümüz gibi öyle büyük gemilere doldurulup getirilmemişler; bir tüccar tarafından genelde küçük gruplar halinde biletleri alınarak, sanki normal yolcular gibi gelmişler. Osmanlı hukukuna göre, bu insanların köle yapılırken Müslüman olmamaları gerekliymiş. 19. yüzyılda Mısır hariç bölgelerden köle gelmiş, ne yazık ki ancak belgeler ışığında birtakım sayılara ulaşmak mümkünmüş ve buna göre bu yüzyılda yaklaşık 10 bin köle varmış. 1857’de Osmanlı’da köle ticareti yasaklanmış. Olpak’ın ailesi İstanbul’a getirilirken Girit’teki gemi değişimi ve mola sırasında iki teyzesini İngilizler satın almış ve taa 1940’da azat etmişler. Hayatlar, hayatlar, hayatlar…

Köle ticareti ortadan kalktıktan sonra da gelenler olmuş. Bu dönemde Afrika’dan gelen yüzlerce insan İzmir’de bir misafirhanede tutulmuş mesela. Gittikçe sayının artması ve bakımları sorun oluşturunca 1894’te Abdülhamid, muhacirin idaresi kanunundan yararlanarak bu azatlı kölelere ev, toprak vererek Konya ve Batı Anadolu’da bazı bölgelere yerleştirmiş (İzmir, Tire, Bayındır, Torbalı, Marmaris). Bugün bu bölgelerde bu yüzden sadece Arapların yaşadığı köyler, kasabalar var. Tabii zaman içinde evlilikler Arap halkın melezleşmesine hatta pek çok örnekte siyah renginin tamamen kaybolmasına bile yol açmış. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan, kimliğimizi taşıyan bu insanlar haliyle Çanakkale’de dahil pek çok savaşa katılmış, şehitler vermiş. Daha önce okuduğum bir makalede İstanbul’da yüzyıllar boyunca Çamlıca’da bir tepede Mayıs sonu, Haziran başında bir hafta boyunca bütün Osmanlı Arap nüfusun bir araya geldiği bir tür bayram düzenlendiğini unutmamıştım, daha sonra bu bayramın Mevlanakapı-Silivrikapı arasındaki Çırpıcı Çayırı’na taşındığını da… Ah ne çok gözümde canlandırdım, ne çok istedim Çırpıcı Çayırı’na ışınlanıp o bayramı kutluyor olmayı… Şehir, köy, kasaba şenlikleri insanları kültürel olarak birleştiren, yaşatılması gereken, çok ilgimi çeken etkinliklerden. Kültürel süreklilik, aktarım, değişim, yerele sahip çıkma ve toplumu şenlendirme, kaynaştırma. Hayal edip durdum yıllarca bu bayramı. Tam neresiymiş merak ettim (Zeytinburnu’nda). Meğerse bu bayramın benzeri 20. yy boyunca İzmir’de de yapılmış, adı da Dana Bayramı olmuş orada…

Köle ticareti yasaklanmış olsa da vatandaşımız olan bu insanlar aslında hep sıkıntı çekmişler. Mustafa Olpak tüm hayatı boyunca ama özellikle çocukluğunda çok sıkıntı çekmiş, hâlâ birçok çocuk ilkokula gitme korkusu yaşıyormuş. Renginden ötürü tepki görüp okuldan kaçanlar, hatta köylerde yaşamayı tercih edip kentlere gelmek istemeyenler de çokmuş… Olpak, bugün Ayvalık’ta yaşıyor, Afrikalılarla ilgili derneğini de burada kurmuş. 2006 yılında kurulmuş Afrikalılar Dayanışma, Kültür ve Yardımlaşma Derneği. Afro-Türkler diyorlar kendilerine. Derneği kurma amacı, biz de varız, yalnız değiliz demek… 

Mustafa Olpak derneği kurmuş kurmasına ama başına gelmedik kalmamış. Sen misin dernek kuran? Hem de içinde Afrikalılar adı geçen… Trajikomedi gibi. Derneğin ilk toplantısı için Ayvalık’a gelen üyelerin, aksilik bu ya!, hepsi siyahmış ve hem de bir otobüs doluymuşlar. Jandarmalar sık sık durdurmuş onları, ‘bu kadar mülteci nereye gidiyorsunuz’ diye sormuşlar, Türkçe konuştuklarını duyunca ilk şaşkınlıkları gelmiş. ‘Bu kadar kısa sürede dilimizi öğrendiklerine göre çok zeki bunlar’ diye aralarında konuşurken TC kimliklerini görünce daha da şaşırmışlar – düşünebiliyor musunuz, emniyet, jandarma bile konudan bihaber. Böyle ikide bir çevrilip kimlik kontrolü şaşkınlığı yaşayarak grup sonunda Ayvalık’a varmış. Ne yaptılarsa bir türlü dertlerinin yüzyıllardır bu ülkede yaşayanlar olarak, geçmişten gelen Afrikalı kültürlerini yaşatmak, bilmeyenlere anlatmak olduğunu bazı insanlara kabul ettirememişler. Bölücülük yaptıkları suçlamaları peşini bırakmamış ve dikkat: En son olarak dernek binası yakılmış!.. 

 

 

 

Kölelik, cariyelik, evlatlık olarak yüzyıllardır bu topraklara getirilmiş bu insanların çocukları ve onların çocukları sadece bazı tarihçilerin, bazı kişilerin ilgisini çekiyor. Kültür Bakanlığı keşke tarihimizle barıştıracak sergiler düzenlese ve artık bu yabancılaşma efektinden kurtulsak… O sergiyi, yeni sergileri Türkiye’deki kentlere götürebilir, herkesin anlayabileceği güzel açıklamalarla etkinlikler düzenleyebilir. Afro-Türk Derneği ile neler neler yapabilir, düşünsenize, nasıl canlanır tarihimiz, kültürümüz... Bu arada 1920’lerin sonuna kadar düzenli kutlanmış, 1950’ler sonuna kadar gizlice kutlanmış kültürel etkinlikleri, derneğin kuruluş tarihinden itibaren İzmir’de kutlanıyor. Afro Türk Derneği’nin ve İzmir Alsancak Konak Belediyesi’nin katkısıyla Uluslararası Dana Bayramı adıyla 15 yıldır İzmir Festivalleri arasında yer alıyor, bazen Mayıs, bazen Haziran (bahar ve bereket bayramı nedeniyle bu tarih olsa gerek), bazen de Eylül’de gerçekleştiriliyor, ne yazık ki İzmir dışına çok iyi duyurusu da yapılmadığı için (benim fikrim) pek çok kişi haberdar değil ve ben de henüz katılamadım. Ülkemizde böyle katılmak, bizzat yaşamak istediğim pek çok yerel şenlik var, ama tüm bunları bize sene başında haber veren bir broşürümüz, planlanmış takvimimiz bile ne yazık ki yok. Ulusal olanla yerel, kültürde birleşerek neler neler yapılır, neşe saçılır, yerel korunarak birlik olunur, değişim geçirir ve uluslararası boyuta taşınır oysa…

Afrikalılar Dayanışma, Kültür ve Yardımlaşma Derneği, Afrotürkler hakkında derneğin web sitesinden daha geniş bilgi edinebilirsiniz (http://afroturkler.com/#). Ataları 1926’da Medeni Kanun ile resmen Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmuş vatandaşlarımızdan söz ediyorum. Peki neden Afro-Türk? Osmanlı imparatorluğu döneminde Afrika’dan gelenlerin torunları günümüzde atalarının kökenlerine atıfta bulunarak ‘Afro-Türkler’ kavramını kullanıyor. Dünyanın farklı coğrafyalarına taşınmış, farklı dönem ve koşullarda varolabilme becerisini göstermişler. Torunları da bu esnek uyum kabiliyetlerinin kaynağının ortak köken öğretilerinde arıyor. 

“Afro-Türkler, ana kara Afrika’dan tüm dünyaya yayılan kültürler ve taşıdıkları mirasların izinde kendi özgün hikâyelerini anlatmaktadırlar. Afro-Türk demek, tüm bu karmaşık yüzyıllar boyunca süre giden tarihsel ağın izinde devam eden bir var oluş mücadelesi demektir. Susmayan ritmin hikâyesini sürmek demektir. İnsanlaşma tarihinden kısa bir hikâyedir.”

Fotoğraflar: Emine Çaykara Arşivi: Melek Annem ve Ben Kitabı'ndan Şazidil Kalfa,  Afrikalılar Dayanışma, Kültür ve Yardımlaşma Derneği