CUMHURİYETİMİZ 100 YAŞINDA! (*)

BİR CUMHURİYET GERÇEĞİ: ATATÜRK, HALK VE KÜLTÜR

 

Zaman göreceli bir kavram. Matematik, fizik, felsefe pek çok yorumlar getirmiş, toplumların kültürüne göre algılanışı değiştiği için sosyal özelliği de var. Çok kısa, çok uzun. Hızla geçiyor, yavaş geçiyor, bazısı için geçmek bilmiyor. Akıp gidiyor, yakalamaya çalışıyoruz, tutamıyoruz. Cumhuriyetin o ilk yıllarında yaşasaydım ne hissederdim, diye, düşünüyorum, uzun bir ömür gibi gelen o savaşlar, kayıplar, yürek yırtan acılar, sonra o kısacık bir sürede yaşananlar, nefes, şaşkınlık, dönüşüm, yeniden doğuş. Varoluş. Özgürlük. Akıl. Saygı, sevgi. İnanç. O yüksek duyguların içinde, bir kahramanın yol göstericiliğinde, hızlandırılmış zaman tünelindeymiş gibi koşma. Bugünün deyişiyle ziplenmiş dosya gibi (ki yaşadığımız son 20-25 yıl için de böyle hissediyorum mesela) zihinsel ve kültürel kodlarımıza işlenmiş dolu dolu bir on beş yıl... Neşeyi, coşkuyu, sevinçten havalara uçmayı, aydınlanmanın ve eşitlenmenin gücünü, hele hele bir cumhuriyet kadını olarak okuduklarımdan hissedebiliyorum, enerji topluyorum da zamanı hissetme konusunda hayal gücüm işe yaramıyor. 

Bir daha okuyorum o ilk dönemde yapılanları, dünyanın şaşkınlığını, tepkisini, yine de ışınlanamıyorum o hisse. Atatürk’ün zamanı algılayışının zamanının ötesinde olduğunu bir kez daha anlıyorum. Zaman konusunda farkındalığı da, parlak zekâsı, aklı, planlama ve gerçekleştirme gücü de büyüleyici. Müthiş bir öngörü ve iç sesini dinleyerek (herkese kafa tutuyorsanız hem cesur hem çevrenizde olan bitenin bilincinde, hem de iç sesinizi dinliyorsunuzdur), hayatı pahasına zamanı iyi kullandığı da (burada tam Atatürk’ün hayalini kurduğu genç olan İnalcık Hocamı anmadan geçemeyeceğim, o da müthiş bir zaman mühendisiydi) bir gerçek. 

Zaman, insan hayatı, bilinmezliklerle dolu aynı zamanda, zamanı planlayabiliyor, doğru ya da yanlış kullanabiliyoruz (içinde insan olduğu için, kime göre neye göre sorusuyla), belirsizlikse hep var, ancak cesaretle, durumu saptayıp tespitini doğru yapar çözüm üretirsek, akılcı ve gerçekçi bakarsak, farkındalıkla kendimizi dışarıdan gelecek “tehlikelere” karşı koruyabiliyoruz. Toplumlar da insanlardan oluştuğu için insan hayatını toplum hayatı ile yer değiştirin, farketmiyor. 

Bugün 100. Yaşımızı kutluyor ve cumhuriyetin nimetlerinden faydalanıyorsak Atatürk’ün durum tespitini ve çözüm önerilerini zehir gibi saptayıp sorunlara saldırarak çözdüğünü (bu da sevgili İnalcık’da görülen bir davranış biçimi) görmememiz, sevgisi hâlâ bizi sarıp sarmalıyor ve güç veriyorsa doğru yolda olduğumuzu düşünmememiz için hiçbir neden yok.  

Atatürk kendisinin, memleketi için yaptıklarının çok övülmesinden hiç hoşlanmazmış, eleştirmekten korkan, fikrini söylemeyenlerden, karşısında el pençe divan duranlardan da çok sıkılırmış (zaman kaybı). Hayatının sonuna kadar en yakınında bulunmuş rahmetli Hasan Rıza Soyak, böyle gecelerden birinde, övgüler iyice uzayınca şöyle diyerek konuyu kapattığını söylüyor, hatıratında: “Efendiler, size şunu söyleyeyim ki, inkılapsa, Türkiye Cumhuriyeti’ni benim şahsımla kaim zannedenler çok aldanıyorlar, Türkiye Cumhuriyeti; her manası ile, büyük Türk Miletinin öz ve aziz malıdır. Kıymetli evlatlarının elinde daima yükselecek, ebediyen payidar olacaktır. Şimdi rica ederim artık bu bahsi kapayalım, bir daha da tekrar etmeyelim.” Fikir tartışmaları, nezaketle karşındakini dinleme, düşünme, paylaşma, ileri götürecek fikre değer verme eyvallah ama ilerlemeyi durduracak, boş kavgalardan da hoşlanmıyor (zamanın değerini bilme). Yürüyor bir başına (son derece bir başına, kendi keyfi için değil vatana adanmışlıkla), ülkeyi kültürel açıdan yükselteceğine inandığı liyakat sahibi ekibiyle, arkasına ona inanmış koca bir toplumu alarak. 

Doğunun ve Batının ülkemize, hızlı değişen Türkiye’ye merak ve şaşkınlıkla baktığı o kısa zaman zarfı… Paramparça halden doğan Türkiye Cumhuriyeti. Laiklik ilkesi. Devrim. Bugünün dünyasının dahi kabul ettiği, unutamadığı (zamana damga vurma) büyük lider. Orhan Koloğlu, 1938’e kadar olan tarihi süreç içinde ayrıntılı bir biçimde hem İslam hem de Batı ülkelerini karşılaştırarak tepkileri incelediği kitabında (Bir Çağdaşlaşma Örneği Olarak Cumhuriyet’in İlk Onbeş Yılı) bir ulusun doğuşuna nasıl şaşırdıklarını, “Büyük Savaşı izleyen bir sürü ihtilal içinde (Türkiye’deki kadar) beklenmedik ve takdire değer sonuçlar veren olmadı… Oysa, savaşın sonunda Türk milletinin yaşayabileceğine kimse inanmıyordu…” der. 1930 yılında Fransız siyasetçi ve fikir adamı Edouard Harriot’tan (New York Times, “Atatürk ve Türkiye” yazısı) bu da: “… içtimaî ve ahlâkî yeniliklerinden her biri tarihi bir kıymete haizdir; bunların hepsi biraraya gelince, tarihte, misli görülmemiş bir olay teşkil etmektedir.” Birkaç senelik bir zamanda (kendi ifadesi) gerçekleşen Türk Devriminde, ne insani ihtirasların coşması, ne maddi servetlerin ziyan edilmesi, ne de partilerin veya sınıfların kanlı kavgaları vardır, diye ekler ve bunun Türk inkılabının ruh eseri olduğunu, onu idare eden şahsiyeti Kant mektebinden bir filozof gibi gördüğünü!, onun demokrasinin ateşli savunucusu olduğunu, millet için ve milletle beraber çalıştığını yazar. 

Ne tatlı değil mi? Ne partilerin, sınıfların kavgası, ne ihtirasların coşması, ne maddi servet ziyanı, üstelik demokrasinin ateşli savunucusu olarak, millet için ve milletle beraber çalışmak… 

 

Çağdaşlaşmış ve son derece ciddi bir Türkiye

 

İngiliz uzman, C. V. Usborne, (“Turkeys Westernizing Movement”) “Çağdaşlaşmış ve son derece ciddi bir Türkiye, Avrupa politikasında her zamankinden daha kudretli bir güçtür” der. O yıllarda yarattığımız etki güzelmiş: Çağdaşlaşmış ve son derece ciddi bir Türkiye…  Ki, bunu bize zaman da gösteriyor, hem Doğulu hem Batılı bir toplum olduğumuz için, Atatürk de bunu çok iyi tespit edip (elbette kültürel süreci var bunun da) toplumu medeniyete taşımak için o özü ortaya çıkarıyor zaten. Değişik, çok değişik bir hareketi var Türkiye Cumhuriyeti devrimlerinin, formüllere gelmiyor (Bence o özel kök nedeniyle bugün halen Batılılar bizim toplumsal tepkilerimizi anlayamıyor, formüle gelmiyoruz).

Bunu nasıl yaptığına bakıp anlamaya çalıştığımızda, zaman kapsülünden bize aktarılanları okuduğumuzda, dinlediğimizde bugün bize de işaret olacak bilgileri anlatan çok değerli uzmanlarımız, araştırmacılarımız, zehir gibi nesiller var. Benim derdimse kültür, bana göre 70’lerin sonundan itibaren iyice çıkmaza girmiş, toparlanmaya çalışılsa, pırıl pırıl insanlarla fikirler, eserler ortaya konsa da gide gide daha da farklılaşmış bir alan kültür. Zihniyet tarihimiz, kültürün kendisi, çapı, dalgaları, iletişim, koruma, yaratıcılık ile toplumu dönüştürme ve birleştirme gücü beni büyülüyor. Atatürk’ün kızdığı bir sözmüş, cumhuriyetimizin mucizeye benzetilmesi, mucize değil, cumhuriyetin sahip çıktığı kültür de insanın eseri sonuçta. Yani bu yazı, cumhuriyeti kültürel açıdan ele alıyor. 

Cumhuriyetin akıl, aklın insan demek olduğunu, insanlık adına tüm değerleri kapsadığının bilincinde, insanlık adına ondan önce yaşanmış ve yaşanmakta olan gelişmelerin farkında, son derece hâkim, son derece kültürlü bir lider Atatürk. Çok başka, o kadar başka ki halkının, o farkında olmasa da insanlık adına çok zengin kültürünün, tarihinin bilincinde, toplumun, o kültürün onu kabul edeceğini, anlayacağını da herkesten önce farkediyor. Gözlem gücünün, hislerin, algının, aklın, sevginin, sadece insana odaklanmanın güzelliği... Bu toplumun kadınının erkeğinin kültürel kodlarını, iyilikseverliğini, fedakârlığını, sabrını, gücünü, ama aynı zamanda kendi iyiliğine olan tüm yeniliğe ve gelişmeye açık olduğunu görüyor, zaten 19. yüzyıl gibi ulus devletlerin kurulduğu, ulus bilincinin ortaya çıktığı, sosyal bilimlerin toplumların hayatına nüfuz ettiği bir dönem akıyor, imparatorlukların parçalandığı bir çağın sonu gelmiş, 20. yüzyıldayız. Süreç işliyor. Kurduğu cumhuriyetin çapı, ataklığı, çok kısa sürede zirveye yükselişi onun haklılığını ispatlıyor, toplumun hem içinde hem ilerisinde, toplumla kurduğu bağ o kadar sahici, insanlık adına o kadar gerçekçi temellere dayanıyor ki o yüzden Atatürk Cumhuriyeti, Atatürkçülük gibi tabirler doğuyor, o yüzden dünyada gözler ona ve kurduğu cumhuriyete çevriliyor. Kendimizi, kültürümüzü hiç küçümsemeyelim. Her toplumun farklı dinamikleri var, medeniyet kültür insanla var, zaten kültür de insan ve toplumların dinamikleri üzerinde yükseliyor. Yaşam ya da ölüm gibi bir noktada halkını yaşama yönlendirmesi bir yana, onun içindeki cevheri çıkarması ve o cevheri parlatmak için eğitime sorunu saptayıp geniş bir açıdan bakarak sarılması, kültüründen gurur duyacağı çıtaya yükseltmesi, ancak aklını kullanarak dönüştürebileceği, yüceltebileceği, varolacağı fikrini genç cumhuriyete benimsetmesi, o kuşakların bunu sahiplenmesi, anlaması, o inanç ve azimle çalışması, kuşaklar boyu bunun bizlere aktarılması… Hurafelerden uzak insana değer vermesi, akıl toplumuna yönlendirerek, kültür eğitim hukuk olsun her alanda odağına insanı alarak yükseltme hamlesi de bu yüzden. 

 

Kültür Devrimi

Cumhuriyetimiz, kuruluş değerleriyle, o değerleri gerçekleştirme gücü ve halen süren kararlılığıyla çok özgün, Atatürk kadar, kurucu entelektüelleri, birliği, ölümüne sevdalısı toplumu, inancı, bir olan halkı kadar özgün, sıradışı. Evet, bugün değişen toplumsal dinamikler(imiz)den, insanı kendinden eden şu hız çağında dünyanın vardığı acımasız hırslardan, hele hele ülkemizde gözardı edilen şeylerden sıkıldık, yorulduk. Ancak tarihe bakarsanız her toplum, her yüzyıl, çilelerle yaşanmış, şekillenmiş, siyasi çekişmeler, kavgalar, savaşlar, sosyal adaletsizlikler, gözyaşları eksik olmamış ama mücadele eden, bilime eğitime kültüre “kendi aklıyla” güvenen, okuyan, yüzünü medeniyete çeviren, çağdaşlaşan kazanmış. Ya da kazanamamış, dertlerle boğuşmasını sürdürmüş ve hatta yok olmuş. Ama biz başarmışız. Ve işte 100. yılımızdayız. Belki şimdi asıl sormamız, aradaki açığı kapatmamız için soru şu: Acaba biz kendimizi ve onun kurduğu cumhuriyetin kültürel (takıntılıyım bu konuda, kültür önemli) altyapısını ve yaptıklarını ne kadar tanıyor, üzerinde düşünüyor, analiz ediyor, bugüne bakıyor ve kopya çekip ne kadar dönüştürüyoruz?

 

Atatürk’ün kültür devrimi gerçekten de hiç bir toplumun bu kadar yoğun bir değişimi sığdıramadığı bir süreci kapsıyor. Akılcılığın üzerine inşa edilmiş Batı toplumunu çok iyi tanıyan Atatürk, son derece düşük okur yazarlık oranına sahipken, tarım, sanayi, teknoloji, bilim, sanat, hukuk, eğitim, kültüre değer vererek, herkesin gözünün açık kaldığı ve hatta yürüyeceğine inanmadığı özgün bir modelle bu cumhuriyeti kuruyor. O fakirlik, maddi yetersizlik içinde, o kadar kısa sürede, ortak paydası memleket olduğunda, vizyon, ideal, hedefler sağlamsa ve liyakat sahipleri görev başındaysa eğitim alanında ne büyük atılımların gerçekleştiğini genç araştırmacılar, o dönemleri yaşayanlar, uzmanları rakamlarla anlatıyor. Baktığınızda şaşırmamak mümkün değil. %70’den fazlası köylerde toplanmış bir nüfus, okur yazar oranı %10’un altında, nüfusun yarısından fazlası kadın, her 5 çocuktan sadece 1’inin (tabii ki kız çocukları oranı değil bu) okula devam edebildiği bir hakikatten, köylere köy ortamında öğretmen yetiştiren modellere, öğretmenliğin cazip hale getirilmesine vd... 1923-1924 öğretim yılında 4.894 olan ilkokul sayısı 1937-1938 öğretim yılında 6.700’ye, öğretmen sayısı 10.238’den 15.775’ye,  öğrenci sayısı ise 341.941’den 764.691’ya çıkmış. Öğrenci sayısı %224 artmış, 1938’de düşünün hâlâ Türkiye’deki 40.000 civarındaki köyün %83’ünde okul yok. Her birinin bize hatırlatılması, öğrenmemiz, değerlerimizi tanımamız gereken (kültür) müthiş ekip, çalışma arkadaşları var yanında, onu anlayan, enerjisiyle seviyeyi yukarılara taşıyıp alıp götüren. Dr. Reşit Galip de bunlardan biri. “Atatürk’ün ‘Fikir Fedaisi’ Dr. Reşit Galip” adlı eserinde Yener Oruç, “mülkiyetin belgesi tapunun üzerine, kültür ve tarihten oluşan mühür ve imzayı yerleştirmek istiyordu. Böylelikle ulusal mimariyi derin bir temel üzerinde geliştirerek kimsenin toprağından söküp atamayacağı bir ulus bilinci hareketini, Milli Eğitim Bakanı olarak sürdürüyordu.” Tüm kaynak yetersizliğine rağmen ortaokulu sonuna kadar okumamış bir genç, ilköğretimini tam yapmış sayılamaz, diyen, yani 8 yıllık eğitimi 1930’larda ilk dile getirenlerden. Dr. Reşit Galip de ne yazık ki çok erken yaşta vefat ediyor. Eğitim kahramanları ordusunun kilit isimlerinden Mustafa Necati Beyi de (ülkemiz için yaptıklarını burada anlatmaya satırlar yetmez, çok kıymetlilerden biri, Atatürk’ün yakın fikir kurmayı, başka bakanlıklarının yanısıra en son olarak üç yıl Maarif Vekili, ve tam Millet Mekteplerinin açılacağı gün, genç yaşta apandisti patlayarak vefat ediyor o da ne yazık ki, hüngür hüngür ağlıyor Atatürk), tüm emek verenleri de minnet, sevgi ve saygıyla anıyorum.

 

“… köylü ile şehirli arasında karşılıklı sevgi ve dayanış­ma duygularının kuvvetlenmesine…”

 

Afet İnan, “Atatürk Hakkında Hatıralar ve Belgeler” kitabında Atatürk’ün sözlerini not halinde aktarır ve  “Türkiye Cumhuriyeti’nin temeli kültürdür” dediğini yazar. Bugün bize bir bakıma, zaman içinde yaşanan pek çok gelişmeyle unutturulmuş kilit bir cümle bu. Aslında sokağa çıkıp, hatta kültürlü insanlara bile sorsanız kültürü tanımlamada anlamlı cevaplar alacağımız şüpheli. Bir sürü merkezler, kurumlar, dernekler açılıyor, zaman akıyor, çok iyi çalışan da var, ama, ama işte… O temelden uzaklaştırılmışız. Bu konuda yıllarca yatırım yapılmamış, kültür ve medeniyet (kültürünüzü koruyorsanız medeni olursunuz, medeniyet kültürle birlikte gelir) nedir unutmuş, her birimiz, kurumlarımız, kendi kendine, olabildiği kadar bu konularda var olmaya çalışmış. Halkı önemsememiş, onun eğitimini, kültür temelini, sanatsal, yaratıcı yanını göklere çıkarmamış, kültürü sokaklara sermemiş ve çok uzun yıllardır böyle yapılmış. Oysa eğitimle kültür ve ulusal bilinç ilişkisinin kilit bir ayrıntı olduğu, o ayrıntının üzerine çalışıldığı, ona kıymet verildiği, yüceltildiği için akıl toplumlarına koşuyoruz, Batının medeni ülkelerinde kültür kilidi çoktan çözüldüğü için tıkır tıkır işliyor oralarda. 

 

Günümüzde, artan çok fazla tanımı var kültürün. Ama bir temel gerçek var, kültür üzerine çalışanlar kültürün, kesin olarak yerli ve milli (bu tanımı duyanlar şaşırıyor, bu yeni bir icat değil, ayrıca cumhuriyette ve benim dönemimde, yani 70’lerde okurken, dünyaya elbette gözlerimizi kapamadan yerli ve milli şuurla yetiştik) ve bir ulusa ait olduğunu, bir ulusun, ulus olma bilinci ve birliğinin ancak kültürle olacağını biliyor. Bu, kendini dış dünyaya kapatıp hamasetle, ezberle yetinmek değil, tam tersine kendi geçmişini, kültürünü gerçek anlamda tanımak, bilmek, topluma yayıp gelişmeyi sağlamak (elbette eğitimle, bilinçle) ve tüm medeniyetlere açık, paylaşımcı, önyargısız bir varoluş demek. Çünkü içinde insan, insanın ürettikleri var. Kültürün yoksa sen de yoksun. Bayağı derin ve önemli bir konu. Çünkü bir ulusa ait, çünkü soyut somut bilgi, üretim, sanat, gelenek, görenek, dil, inanç, alışkanlık, değer yargıları, yiyecek, giyim-kuşam gibi insanın yarattığı tüm unsurları kapsıyor, kuşaktan kuşağa öğreniliyor, yeni kuşaklara aktarılıyor, toplumsal yanı nedeniyle değişiyor, saygıyla dönüşüyor, insana dair zenginlikleri kapsadığı için çağı yakalıyor, öyle dondurulmuş bir yiyecek gibi değil ama korunuyor ve toplumu bütünleştiriyor. Tüm bu yerel olan özellikleri aslında onu hem capcanlı, merak uyandırıcı, birleştirici, hem de uluslararası da kılıyor. Atatürk hem bunu, hem de hiç şüphesiz, kültürün pek çok tanımını ve önemini biliyordu (4 bini aşkın kitaba sahip kütüphanesi, koleksiyonları olan, danstan müziğe, felsefeden edebiyata, her koşulda günde en az 100 sayfa kitap okuyan, dünyayı tanıyan bir zihin), kültürün toplumu birbirine sımsıkı ve huzur içinde bağladığını, geliştirdiğini, devletin de ancak böyle yükseleceğini. Eğitim altyapısının bu yönde güçlenmesi gerektiğini de. “Kültür ile uygarlığı ayırmak güç ve gereksizdir, diyor, “Kültür, bir insan toplumunun devlet yaşamında, düşünce yaşamında, yani bilimde, sosyolojide ve güzel sanatlarda, ekonomik yaşamda yapabildiği şeylerin sentezidir.” Sonra, “kültür, okumak, anlamak, görebilmek, görebildiğinden mana çıkarmak, intibah almak, düşünmek, zekâyı terbiye etmektir. Yine insan, enerjisiyle ve fakat tabiatın ona iltifat edil­dikçe tükenmez yardımıyla, yükselen, genişleyen insan zekâsı, hudutsuz kavrayış anlamında 'insanım' diyen bir özel niteliği olur.” “İnsanım, diyen bir özel bir nitelik”. Konunun derin olduğunu söylemiştim, halka duyuruyor: “İnsanların hayatına, faali­yetine hâkim olan kuvvet yaratıcılık ve icat ka­biliyetidir. İcadı ve yaratıcılığı yapabilen insanların ise, mutlaka kültürlü olmalarının şart olduğu ortaya çıkmıştır.” Sonra, bugün bize unutturulmuş, Allahtan şimdilerde Alacahöyük sergisiyle (Yapı Kredi Kültür Sanat) hatırlatılmış, bayıldığım şu cümlesi: “Türkiye Cumhuriyetinin temeli kültürdür.”

“İnsanım, diyen bir özel niteliği olur” diyor, “yaratıcılık ve icat kabiliyeti.” O özel niteliği yükseltmek bilindiği gibi sadece fen bilimleri ile olmaz, insan sosyal bir varlık aynı zamanda, anlamak isteyen, sosyal bilimler var, anlama büyük yarar sağlayan. Hukuk, Sosyoloji, antropoloji (kültürle bağlantısı nedeniyle daha da mühim), felsefe, tarih, coğrafya, mantık, estetik, psikoloji, özellikle sosyal bilimler kendimizi ve toplumu anlamamızı sağlıyor. Okuyor, öğreniyoruz, kendi fikirlerimiz oluyor, sentezler yapıyor, karşılaştırıyor, farkındalık kazanıyoruz. Böyle böyle oluyor, var oluyoruz. Cumhuriyetin, Atatürk’ün hayali de, birey olarak her birimizden beklediği de bu varoluş, sonra da emanet ettiği bu güzel memleketi tüm varlıklarıyla daha da anlamlı hale getirmekti. 

 

Adalet ve hak, eşitlik, bağımsızlık üzerinde düşünmek, anlam, gerçekten hakka değer vermek… İlk açılan fakülte Hukuk Fakültesi bu yüzden, sonra ziraat, siyasal bilgiler, Ahmet Arslan Hocanın dediği gibi, adı bile çok güzel olan Dil Tarih, daha sonraları üniversite reformunda dönüştürülerek açılan İstanbul Üniversitesi. Hukuk, Adalet, Eğitimde birlik (Tevhid-i Tedrisat Kanunu), ulus olma bilinci ve gururu, kadın erkek eşitliği, özgürlük, kültürün bir öğesi olan dinin kişiselliğinin/devlet işlerinden ayrılmasının altının çizilmesi, akılcılık, cehaletle savaş, emeğe saygı, halkçılık, halkla aydın kesimin arasını kapatma azmi, kimliğini koruyarak medeniyete, yani akıl toplumu olan Batıya yönelme. Sonra halk evleri (Reşit Galip’e Halk Evlerini kurma görevi verilmiş). Köycülük, halk odaları… 

Bugün, aradan geçen zamanda her biri ne yazık ki birbirine benzeyen, özgünlüğü elinden alınan, yani kültürü tahrip edilen köylerimiz ve köycülük! Halk Evleri 19 Şubat 1932 günü açılıyor, ilk başta Ankara olmak üzere, bir gün ara ile Samsun Diyarbakır Eskişehir İzmir Konya Denizli Van Aydın Çanakkale Bursa ve İstanbul’da çalışmaya başlıyor, kısa zamanda tüm illere yayılan bir kültür örgütü haline geliyor. 

Halk Evlerinin açılışında Atatürk “Türkiyenin sahibi ve efendisi kimdir?” diye soruyor, “Köylüler” sesleri, duyuluyor kalabalıktan. “Bunun cevabını derhal birlikte verdik. Türkiyenin hakikî sahibi, efendisi, hakikî müstahsil olan köylüdür. O halde herkesten daha çok refah ve saadete lâyık olan köylüdür. Türkiye Büyük Millet Meclisi hükümetinin iktisadi siyaseti bu aslî gayeyi istihsale matuftur. Yedi asırdan beri cihanın dört köşesine sevkederek kanlarını akıttığımız, kemiklerini yabancı tapraklara bıraktığımız ve yedi asırdan beri emeklerini ellerinden alıp israf ettiğimiz ve bunca fedakârlıklarına ve ihsanlarına karşı nankörlük, küstahlık, ceb­barlıkla uşak menzilesine indirmek istediğimiz bu aslî sahibin huzurunda bugün hicap ve ihtiramla hakiki vaziyetimizi alalım.” Halkevleri kuruluşunda en çok çaba harcayan, temel ilkelerini hazırlayan kişi, dönemin Milli Eğitim Bakanı Dr. Reşit Galip de açılış konuşmasında, “ulusal varlığın sağlıklı olması, köylünün refah ve mutluluğuna bağlıdır. Köylü korunmalı, bilinçlenmeli ve kültürü yükseltilmelidir. Köylüyü ezen vergiler kaldırılmalı ve koruyucu vergiler konmalıdır” diyor.

(YAZI DEVAM EDECEK)