Atatürk

CUMHURİYETİMİZ 100 YAŞINDA! (***)

10.Yıl

İLK DOĞU ÜNİVERSİTESİNİN YERİ VAN!

Atatürk, kısacık ömründe yanılmıyorsam 51 şehir geziyor, bazılarına birkaç kere gidiyor, bu gezilerle amaç medeniyeti, cumhuriyeti inşa ederken halkla yakın temas, siyasal, toplumsal, askeri, kültürel, ekonomik vb. alanlarda durum tespiti yapmak, alınması gereken önlemleri yerinde görmek. Doğu ve Güneydoğu Anadolu’nun da bütün şehirlerine, köylerine gidemiyor (zaten her şeyi bir kişi yapamaz), çok ciddi rahatsızlıkları olmasına rağmen 1937 yılında, Kasım ayında yaptığı Doğu gezisi büyük mutluluk yaratıyor. Van’a gidemiyor o gezide ama muhtemelen müfettişlerin ve sanırım Mustafa Necati Bey’in aktarımı, ileri görüşlülüğü, toplumu, coğrafyayı, kültürel altyapıyı çok iyi tanımasının etkisiyle Doğu’daki ilk üniversitenin Van’da kurulmasını çok istiyor.  1935'te hükümet programına alınan Van'da üniversite kurulması projesi, öncesinde Halkevi'ne kaynak aktarılmasıyla biraz bekliyor. 1937’de bunun için bakanlık ayrıntılı çalışmalara başlıyor.  1 Kasım 1937 Meclis nutkunda da dile getiriyor:

“Arkadaşlar, büyük davamız, en medeni ve en müreffeh millet olarak varlığımızı yükseltmektir; bu yalnız kurumlarında değil, düşüncelerinde de temelli bir inkılap yapmış olan büyük Türk milletinin dinamik idealidir. Bu ideali en kısa bir zamanda başarmak için fikir ve hareketi beraber yürütmek mecburiyetindeyiz. Bu teşebbüste başarı ancak süreli bir plânla ve en rasyonel tarzda çalışmakla mümkün olabilir... Bu sebeple okuyup yazma bilmeyen tek vatandaş bırakmamak, memleketin büyük kalkınma savaşının ve yeni çatısının istediği teknik elemanlar yetiştirmek; memleket davalarının ideolojisini anlayacak, anlatacak, nesilden nesile yaşatacak fert ve kurumlar yaratmak... İşte bu önemli umdeleri en kısa zamanda temin etmek Kültür Vekâletinin (eğitim ile kültür birleşiyor sağlığında) üzerine aldığı büyük ve ağır mecburiyetlerdir.

İşaret ettiğim umdeleri, Türk gençliğinin dimağında ve Türk milletinin şuurunda daima canlı bir halde tutmak üniversitelerimize ve yüksek okullarımıza düşen başlıca vazifedir... Bunun için memleketi şimdilik üç büyük kültür bölgesi halinde mütalâa ederek, Batı bölgesi için İstanbul Üniversitesinde başlamış olan ıslahat programını daha radikal bir tarzda tatbik ederek Cumhuriyete, cidden modern bir üniversite kazandırmak, merkez bölgesi için Ankara Üniversitesini az zamanda kurmak lazımdır; Doğu bölgesi için Van gölü sahillerinin en güzel bir yerinde, her şubeden ilkokullarıyla ve nihayet üniversitesi ile modern bir kültür merkezi yaratmak yolunda, şimdiden fiiliyata geçilmelidir. Bu hayırlı teşebbüsün, Doğu vilâyetlerimiz gençliğine bahşedeceği feyz, Cumhuriyet Hükümeti için ne mutlu bir eser olacaktır. Tavsiye ettiğim bu yeni teşebbüslerin, eğitmen ve öğretmen ihtiyacını ziyadeleştireceği şüphesizdir; fakat bu cihet, hiçbir vakit, işe başlama cesaretini kırmamalıdır... Vekâletin geçen yıl içinde, bu yönden yaptığı tecrübeler, çok ümit verici mahiyettedir.”

Hayat hikâyesi de çok ilginç olan Soyak (1946’da İnsan Hakları Cemiyetinin kurucuları arasında, her fikirden insanın biraraya geldiği, ancak içeriği delik deşik edildiği, ideolojik tartışmalara boğulduğu için çok kısa sürede cemiyetten istifa ediyor, ondan önce de iki ayda vekillikten emekliliğini isteyerek kaçıyor o ortamdan), Atatürk’ün burada kurulacak modern kültür merkezine candan gönül bağladığını yazıyor. Van sahillerinin coğrafi bakımdan elverişli oluşu, iklimi, “toprağının münbit olması, gölün, gemi işlemesine de müsait küçük bir deniz halinde bulunması” bir yana ilk olarak burada şu kurumları tasarlıyor:

“Hepsi yatılı olmak üzere birkaç ilk ve orta mektep, lise, öğretmen, ziraat ve sanat mektepleri ve nihayet bütün fakülteleriyle bir üniversite... Çeşitli okullar, aynı zamanda üniversite için hem tatbik, hem de inceleme yerleri olacaktı... Sonra, yine orada veya Doğu bölgesinin diğer münasip yerlerinde, ihtiyaca göre ziraat ve sanat enstitüleri, güzel sanatlar akademileri ve diğer yüksek okullar açılacaktı. Atatürk, on, onbeş, sene içinde bütün bu müesseselerin başarı ile işleyeceğine, ondan sonra diğer bölgelerle beraber bu bölgede de başka üniversite ve yüksek okullara ihtiyaç duyulacağına inanıyordu. (…) Büyük Adam'ın bu yoldaki tasavvur ve inançlarını anlatırken gösterdiği büyük heyecan halâ gözlerimin önündedir...

 

Oy kullanma 1930lar

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Seçilecek en uygun sahada öğretmen, profesör ve memurlar için her türlü konforu haiz ikametgâhlardan mürekkep yeni mahalleler, zengin kütüphaneler ilk ağızda Devlet eliyle veya özel müteşebbisler tarafından, bütün ihtiyaçlara cevap verecek, çarşılar, sinema, tiyatro, gazino gibi hoş vakit geçirecek yerler, Halkevi spor kulüpleri ve sair faydalı teşekküller kurulacaktı... Böylece zamanla, mükemmel bir plân dahilinde inşa edilmiş, yepyeni modern ve medeni bir Van şehri meydana çıkmış olacaktı; tabiidir ki bu şehir karadan ve havadan, çeşitli vasıtalarla merkeze ve denize bağlanacaktı... Üniversitenin muhtaç olduğu öğretmenler (asistan, doçent ve profesör) İstanbul'da veya memleket dışında okuyup yetişmiş ehliyetli ve akıncı ruhlu kimselerden seçilecekti, icabına göre dışardan yabancı profesörler getirtmek, Avrupa ve Amerika'ya istidatlı gençler gönderip yetiştirmek de bu konuda göz önünde tutulan tedbirlerdendi...”

Akıncı ruh, coğrafi, yerel, çevresel faktörlerle bir vizyon…

Van Halkevleri okuma yazma, temsiller, köycülük vb tüm faaliyetlerini sürdürürken 1939 Depremi sürece zarar verse de 1945’te ilçelerde de Halkevi ve Halkodası açma çalışmaları başlıyor ve Van'da altı Halkodası açılıyor. 1945'te Van Temsil Kolu, Mehmet Pınar'ın belgelerle belirttiği araştırmasına göre "altın bir dönem" yaşıyor.  “Himmetin Oğlu” adlı piyeste iki genç kız rol alıyor, halkevleri ve odalarıyla "dil birliği ve kadının toplumsal hayatta daha aktif hale gelmesine yönelik çalışmalar" yapılıyor: "Özellikle doğunun dışa kapalılığını açmak ve batı ile daha iyi bir diyalog ortamının oluşması noktasında Van Halkevi açtığı kurslar ve dil bütünlüğü ile ilgili yaptığı çalışmalarla coğrafyadaki diğer Halkevlerine model olmuştu. Van ve çevresinde halk ile merkez arasında bağlantıyı kuran aşiret ve cemaat yapısı kırılarak merkez araçsız doğrudan halk ile istediği şekilde bir iletişim sağlamıştı. Van’daki feodal yapıyı dikkate alan rejim merkez-çevre arasındaki kültürel bütünleşmeyi önemsemişti."

 

 

Soyak, iyi ki yazmış, dediğim hatıratında Van'da ilk üniversitenin kurulması ile ilgili şunları yazar: “Ne çare ki Atatürk bu tasavvurunu fiil alanına koyamadan fani hayattan çekildi; ondan sonra iktidar mevkiine gelen sözde en yakın arkadaşlarının -ki bütün bu anlattıklarına vakıf ve zamanında tasvipkâr görünen kimselerdi- bu konuyu nasıl savsakladıkları ve ne gibi küçük hesap ve tertiplerle esasından ayırarak basit ve verimsiz bir hale soktukları bilinmektedir.” Cevdet Perin de kızgın bu konuda: “31 Mayıs 1957’de Erzurum’da kurulan üniversitenin aslında Van’da kurulması gerekirdi, (…) bilinen nedenlerle Atatürk Üniversitesi Atatürk’ün istediği yerden başka bir kentte kuruldu, oysa bugün onun neden Van’da bir üniversite kurulmasını istediğini ve bunun anlamını daha iyi takdir ediyoruz.”

 

 

Cumhuriyet Halk Partisinin “kültür örgütü” niteliğinde çalıştığı bir süreç bu, bugüne bakınca bir o kadar da hazin ama şahane bir sıfat. Atatürk’ün de o çok istediği demokratik Türkiye hayali gerçekleşip çok partili döneme geçince, işin ilginci eğitim ve kültür alanında pek çok konu zaman içinde oldukça başkalaşmaya başlıyor. 1932’de Aydın Halkevi’nin açılışında “İnsanları, millet zümrelerine ayıran, milletleri yapan, kültür ve mefkûre (ülkü) ve vahdettir (birlik). Devletlerin siyasi varlıkları milli mefkûre ve milli kültür temelleri üzerine bina edilmiş olmazsa bir mana ifade etmez olduğunu tarih bize çok misallerle gösteriyor” diyen Adnan Menderes, 1951’de bu kültür evleri için faşistvâri?! bir oluşum diyebiliyor. 1951’de, halkevleri, kültür yuvaları tartışmalardan sonra palas pandıras kapatılıyor, sonuçta halkın sahibi olduğu tüm birikim hazineye devrediliyor, kültüre siyaset bulaşıyor, ya da siyaset bulaştırılıyor, ne dönüştürme, ne bir ulusal farkındalıkla koruma. O sırada Celal Bayar cumhurbaşkanı, son karara itiraz eder, yasalaşamaz umudu da atılan imzayla boşa çıkıyor. Perin, “.. halk evleri Cumhuriyet halk Partisi’nin tekelinden alınabilir ama bu kökleşmiş kültür yuvaları bir günde kapatılmaz, yeni bir yasa ile bir vakıf haline getirilerek halka mal edilebilirdi, böylece politik nedenlerle kültür yaşamımızda önemli bir devrim engellenmiş oldu. (…) Atatürk’ün başlattığı hiçbir devrim yok olmamıştır. (…) Unutmayalım ki bizim kapattığımız bu kültür yuvalarının benzerleri şimdi başta Fransa, batı ülkelerinin bazılarında bulunmaktadır.”

 

 

 

 

 

Esasları yine onun tarafından belirlenmiş, geliştirilmiş, Saffet Arıkan, Hasan Ali Yücel dönemlerinde, yani vefatından sonra devam etmiş olan köy enstitülerine de çok umut ve gönül bağlıyor Atatürk. Bu arada, Eğitim Bakanlığı’nın adını Kültür Bakanlığı olarak değiştiriyor, 1935 ile 1941 arası adı Kültür Bakanlığı. Sonradan yine adı değişip milli eğitim bakanlığı (ve değişerek pek çok isim ve boşlukta, kafa karışıklığıyla, aynen kültür bakanlığı gibi) adını alsa da bu karara varmasındaki neden, müthiş bilgi birikimi ve sentezci zekâsı. Batının, İngiltere, Fransa gibi ülkelerin 19. yüzyılda kültürü koruyup bazı altyapılar kurduğu bu süreçte mesela bu çerçevede bakanlıkları henüz yok. Perin, “Atatürk’ün ortaya attığı bu fikir de boşa gitmedi, kültür işlerinin ayrı olarak düşünülmesi zamanla oluştu ve yayıldı. Nitekim ikinci Dünya Savaşı’ndan sonra ülkeler kültür işlerine ve uluslararası kültürel ilişkilerine önem vermeye başladılar. UNESCO da bu ortak düşünceden doğdu”, diyor. Biz kültürle ilgili zigzaklar çizerken, altlarını boşaltıp sendelerken kültür alanında hayranlık duyduğumuz ileri bir ülke olan Fransa, bir kültür politikası oluşturarak ne zaman kurmuş Kültür Bakanlığı’nı dersiniz? 8 Ocak 1959’da.

Kültürün bir numaralı ülkesi Fransa, Andre Malraux ile bakanlık haline getiriyor kültürü. On yıl içinde büyük kültürel atılımlar yapıyor Malraux, sonra da değişimler sürüyor. Web sitelerini inceliyorum, değişmeyen ve zaten sokaklarında yaşayarak gördüğümüz mottolarını merakla okuyorum, “Kültür Bakanlığının misyonu, önce Fransa’nın olmak üzere insanlığın simgesi olan mümkün olduğunca çok sayıda eseri çok sayıda kişiye ulaştırmaktır” diyor: Bakanlık koruma ve tanıtma politikası sürdürür, bütün bileşenleriyle kültürel mirasın korunması, fikir ve sanat eserlerinin yaratımını teşvik eder. Gösteri sanatları ve görsel sanatlara ilişkin hükümet politikasını tanımlar, koordine eder ve değerlendirir. Aynı zamanda mimarlık politikasından da sorumludur.” Daha fazla ayrıntıya girmeyeyim, cumhuriyetin akıllı, parlak zihinleri zaten hemen anlamıştır, diye düşünüyorum. (Bir parantezle Fransa’dan bize geçiyorum, görünce merakla okuduğum bir araştırma grubu raporundan söz etmesem olmaz, şaşırdım. 1999’da MHP Ar-Ge Kültür Araştırmaları Grubu -kurulmuş yani- bir Kültür Politikaları kitabı yayınlamış, 166 sayfa, kültür tanımları filan, bayağı ayrıntılı bir çalışma.)

Zaman durmaz akar, ister sıkılalım ister sıkılmayalım, geriye de akmaz. Sonuçta, o köklü eğitim ve kültür devriminin hamuruyla İstanbul’dan Halil İnalcıklar, Muhibbe Dargalar, Bedia Akarsular, Hilmi Yavuzlar, Urfa’dan Ahmet Arslanlar, Gülcan Demirkollar, Eğin’den Fatma Börekçi, Eskişehir'den Nermin Aşçıoğlu ve Van’dan Nurhan Gökal öğretmenler, Kocaeli’nden Müfide Çaykara, bambaşka şehirlerden Ayşeler, Zeynepler, Fatmalar, Hasanlar, Mehmetler, adını bildiğimiz bilmediğimiz nice çocuk yetişti, yetişiyor. O dehayı, özgürlüğün nimetini anlamış öğretmenlerin, ailelerin emekleriyle, onlar da sonraki kuşaklara cumhuriyet, akıl, bilim, vatan ve kültürün önemini, Atatürk sevgisini, bilincini aktarıyor, bizler yetişiyoruz. 100. yılda yolumuza biraz daha yüksek enerjiyle, inançla, onu daha fazla anlama, kıymetini bilme, ona göre davranma, cumhuriyete daha fazla sahip çıkma isteğiyle devam ediyoruz. Bütün ayrıştırmalara rağmen, ama farklı ama çocukça ama sancılı nasıl da büyüyor, nasıl da birleşiyoruz, yaşasın cumhuriyet diyerek, bu, çok ilginç ve heyecan verici bir süreç.

 

Cumhuriyetimiz 100 Yaşında!

 

Sahip çıktığı ve hatta “ileriye sardığı” zaman Atatürk’ün haklılığını gösterdi, ama yavaş ama hızlı: “Halk ile çok temasım vardır. O saf kitle bilmezsiniz, ne kadar, yenilik taraflısıdır; icraatımızda hiçbir zaman engeller, bu kesif tabakadan gelmeyecektir. Halk; müreffeh, müstakil, zengin olmak istiyor. Komşularının refahını gördüğü halde fakir olmak pek ağırdır. Gerici fikirler besleyenler muayyen bir sınıfa istinat edebileceklerini zannediyorlar. Bu katiyen vehimdir. Terakki yolumuzun önüne dikilmek isteyenleri ezip geçeceğiz; yenilik vadisinde duracak değiliz. Dünya müthiş bir akışla ilerliyor; biz bu ahengin dışında kalabilir miyiz?”

Onun keskin tespiti olan eğitim kültür hamlesinde mehter adımlarıyla çok yol kaybetsek, tökezlesek de ahengin dışında kalmadık. Kalmayacağız da. Evet, kültürü, ileri görüşlülüğü, kültürün gerçeği bize yeterince anlatılmadı, aydınlandık ama hepimiz değil. Şu muhabbete, riyaya dair zekâsına bakın, eklemeden edemeyeceğim: İstanbul’da yapılan her tesise Atatürk adının verilmesini ısrarla ve her defa isteyen birisi için hatta onun yanında şunu diyor: “Benden sonra benim için asılsız astarsız iddialar bu zattan gelecektir, aralarında belki hakikati kavrayanlar da çıkabilir. İsimlerin baki kalması için şehirlerin temellerine sığınmasına kani değilim. Tarih zorlamayı sevmeyen nazlı bir peridir. İnsan hafızası da fikirler ve vicdanları tercih eder. Bakınız, bu güzel şehrin adı İstanbul ama Fatih Mehmet'i hemen hatırlıyoruz. Ben memleketime hizmet edebildiysem vefasına inandığım milletim, sevgisini hadiselerin içinden çıkarır. Lütfen bırakın bu Bizans, Acem alışkanlıklarını...” “Tarih zorlamayı sevmeyen nazlı bir peridir”, tasvirin güzelliği. Dr. Hüseyin Ağca’nın kaynaklara dayanarak hazırladığı Atatürk’ün ahlak dünyası üzerine denemesini okurken gülümsüyorum, sevgiyle anarak…

 

 

 

“Cumhuriyetle birlikte anlamda aydınlanmacılık var. Atatürk de cumhuriyet de Allah’ın lütfu” diyen sevgili Ahmet Arslan’ın Fatih Altaylı’nın programında (Cumhuriyet Felsefesi Nasıl Doğdu?) o zemini şahane bir şekilde açıkladığı gibi “bazı toplumlar çocuktur, büyümesi zaman alır.” Evet, anlamda aydınlanmada alacağımız yol var daha, evet çocuk toplumuz ama düşe kalka ayağa da kalkıyoruz. Bir de hiç unutmuyorum, memleketim hakkında toplumsal değerlendirmelerim, iç sesim de aynı şeyi derken sevgili Halil İnalcık, Yalova’daki açılış konuşmasında (27 Temmuz 2013) bir yorumuyla içimi ferahlatmıştı. O sırada Gezi olayları da yaşandığı için bir örnekleme yapmış ve mealen şunu demişti. Tarih, zaman ve mekân içinde gerçekleşmiş olayları inceleyen, anlamaya çalışan bir bilimdir. Başlangıcından bugününe gelişimini anlatmış, sonra sosyolojiye geçmiş, toplumsal yapıyla ilgilenen sosyoloji biliminin formüllerinin tarihte kullanımından, bunun kabulünden bahsetmişti. Sosyal ekonomik olayların toplum hayatına etkisi, bütüncül tarih, tarihçiliği yorumlama tarzına bu teorilerin etkisi, velhasıl müthiş özel ders gibi bir konuşmaydı. 1950’lerde ortaya çıkan Braudel’in formülüne gelince şöyle diyordu aziz İnalcık, bir asır içinde, yahut 150 sene içinde üç dört nesil birbirini kovalar ve 3. nesilde (bir nesil 30-40 yaş diye kabul edersek) toplumlar, insan, tarih, ekonomisi, devlet hayatı değişir. “Bakınız Atatürk cumhuriyeti kurdu, adeta kutsal mefhumlar var, bu teoriye göre, iki üç nesil geldi, son hadiseler gençliğin ayaklanması, bu Braudel teorisine göre 3. nesildir, arada Özal, ondan önce Halk Partili devir.” (youtube’dan, bütününü izlemenizi öneririm “Halil İnalcık: Tarih, tarihçi ve sosyoloji ilişkisi üzerine konuşması”). Yani, gençliği dinleyen, anlamaya çalışan, değişimin farkında olan, iletişim kuran kazanıyor, zaten gençlik de atalarından oluşuyor, o Gezi süresince gecenin yarısı uykusunu bırakıp köprü üzerinde iki kıtayı yürüyerek geçen kalabalığı hiç unutmuyorum, çok şey anlatıyordu. 

Gençlik demişken, çok hoş tanımları var Atatürk’ün, Y. Atilla Şehirli’nin yazısından alıntılıyorum: “’Gençlik nedir?... Benim anladığım gençlik, bu inkılâbın fikirlerini ve ideolojilerini benimseyip gelecek nesillere götürecek kimselerdir”  “Genç fikirli demek, doğruyu gören ve anlayan gerçek fikirli demektir”,”Benim gözümde yirmi yaşında bir yobaz ihtiyardır. Yetmiş yaşında bir idealist de zinde bir gençtir”.

100. yaşımızda tüm idealist, gerçek fikirli gençler olarak sokaklarda cumhuriyeti ve kazanımlarını kutladık, ahengin dışında kalmadık, kimse bizi durduramadı. Sokaklardaki coşku inanılmaz güzeldi, ben de özgür bir birey, bir cumhuriyet kadını olarak o kutlu bayram gününün tadını çıkardım. Zaten içimdeki sevinci durduramıyordum, çok özgün bir cumhuriyetin çocuğuydum, azimliydim, inatçıydım, kimsenin ne diyeceğine aldırmadan haftalar öncesinden planlar yaptım, yaratıcı enerjimi harekete geçirdim (aslında herkese çağrı yapılsa ne güzel sonuçlar verirdi, buna da hiç şüphem yok), hayal kurdum, emek verdim, o günü kültürel olarak nasıl hatırlatabilirim fikrinden yola çıkıp eldeki imkânlarla “partileme” malzemeleri arasından seçimler yaptım. Üzerime cumhuriyetin değerlerini, kazanımlarını yazıp astım, saçımı kırmızıya boyadım. Rozetler taktım, balonlar aldım (yolda görünce neşelenen çocuklara, annelere dağıttım), üzerime iyi ki doğdun yazılı kurdele bağladım, kırmızı, beyaz neşeli gözlükler taktım, marşlara, dans edenlerin arasına katıldım. Neşe güzel bir duygudur, kimsenin kaçırmasına izin vermezseniz şahane bir şeydir malum. Sokaklardaki kutlamalara baktığınızda görüyordunuz. Varoluşuyla, kuruluş tarihiyle, o müthiş güçlü enerjisiyle, o müthiş omurgasıyla bizden önceki kuşakları, bizleri yaşatan ve yaşatacak olan cumhuriyet, herkese enerjisini geçirmişti işte. Cumhuriyetin o ilk yıllarına baktığımızda zihinsel altyapı konusunda çok eksiğimiz var, evet, olduğunu biliyoruz , bizim dışımızda gelişen hoşumuza gitmeyen gerçekler, gelişmeler var, ama o cumhuriyetin aklı ve kültürüyle işte bugün 100. yaşımıza sarılıyoruz. Hem İngiltere, Fransa gibi Avrupa ülkelerine, onların 100. yıllarına baktığımızda o kadar ilginç ve önemli bilgiler buluyoruz ki, biz o ilk süreçte de her şeyi hızlı yaşadığımız, internet çağıyla artık dünyaya daha da açık, pırıl pırıl bir gençliğe, genç nüfusa sahip olduğumuzdan olsa gerek koşmak istiyoruz. Geride kalmamak, hep aynı şeyleri konuşmamak, ileri bakmak, kültürel ve eğitim açısından kuşaklar boyu toplumsal birikimimizde olan anlamın tadını çıkarmak… Baktım da Fransa, üçüncü cumhuriyete koşarken, yani devriminin 100. yılında özgürlük, laiklik ve bir ulus olma paydasının altını kalın kalın çizerken bu paydada bir olurken onlar da bizim gibi sembollere sığınmış, elbette bambaşka süreçlerden geçmişiz, ama işte bugün gelişmiş dediğimiz ülkelerde de bir süreç var. Yüzüncü yıllar önemli, güzel, ama bunun ötesinde, her şeyden önce, eserin hafızasını güncellememiz gerekiyor bence. Atatürk’ün istediği gibi, dogmatik bir kişilik kültünden de kaçınmak, eseri anlamak, onu hafızalarda diri tutmak.

 

Atatürk’ün inandığı Türk milletinin dehasının şüphe götürmez olduğunu anlamamız zaman aldı. Geçen yüz yılda, yaşanan tüm sıkıntılara, her şeye rağmen, o kısacık sürede kurduğu temelin üzerinde, köyden kente ona inanmış ana babaların, ataların evlatları olan, özgür, akıllı, çalışkan bilim insanları, sanatçılar, araştırmacılar, öğretmenler, sinemacılar, heykeltıraşlar, din adamları ve pek çok ilim irfan alimi çıktı. 100. yılda yolumuza biraz daha yüksek enerjiyle, inançla ve onu daha fazla anlama, kıymetini bilme, ona göre davranma düşüncesiyle, yani cumhuriyete daha fazla sahip çıkarak yolumuza devam edeceğimize inanıyorum. Yalnız bir şey diyeceğim, o bize eğitim kültür demiş, biz sürekli siyaset konuşuyoruz, ömürlerini bu uğurda harcamış, toplumu, yolumuzu bıkmadan usanmadan aydınlatan kişileri tenzih ederek bir şeye de karar vermemiz lazım, bence. Her iki şahane filmi, yönetmenlerini, emek verenleri de sevgiyle anarak… Sevmek Zamanı filmindeki “Sana değil resmine aşığım” cümlesinin mi, Selvi Boylum Al Yazmalım’daki “Sevgi neydi? Sevgi, sahip çıkan, dost, sıcak insan eli, insan emeğiydi. Sevgi iyilikti, sevgi emekti”nin mi peşine düşeceğiz?

 

  

BAZI KAYNAKLAR

Afet İnan, M. Kemal Atatürk’ten Yazdıklarım, Ankara, 1969

Arı İnan, Atatürk hakkında hatıralar ve belgeler, İş Kültür Yayınları, 2007

Atatürk’ün Kültür ve Medeniyet Konusundaki Sözleri, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu AKM Yayını, 1990

Atila Şehirli, Atatürk İlkelerinin Sürekliliğini Sağlamak Görevi ve Bu Görevde Gençliğin Rolü, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, 2002

Ayten Arığ Sezer, Türkiye’de Kız Enstitüleri: Gelenekten Geleceğe, Hacettepe Üniversitesi Türkiyat Araştırmalar Dergisi, 2014

Cevdet Perin, Atatürk Kültür Devrimi, İnkilap ve Aka Kitabevleri, 1982

Halil İnalcık, Atatürk ve Demokratik Türkiye, Kırmızı Yayınları, 2007 

Hasan Rıza Soyak, Atatürk’ten Hatıralar, I. ve II. Cilt, YKY, 2004

Hüseyin Ağca, Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün Ahlak Dünyası Üzerine Bir Deneme, Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi, 2016

Mehmet Kaya, Ergün Öz Akçora, Atatürk’ün 1937 yılında Gerçekleştirdiği Gezilerin Önemi ve Sonuçları (Malatya-Elazığ-Diyarbakır-Sivrice ve Pertek Gezileri, Akademik Matbuat, 2019

Mehmet Pınar, Doğu'da Unutulmuş Bir Kültür Ocağı: Van Halkevi, dergipark

Müjgan Cumbur, Atatürk ve Milli Kültür, Kültür Bakanlığı Yayınları, 1981

Müslime Güneş, Adnan Menderes ve Halkevleri, Çağdaş Türkiye Araştırmaları Dergisi, 2012

Onbeşinci Yıl Kitabı, Cumhuriyet Halk Partisi

Orhan Koloğlu, Bir Çağdaşlaşma Örneği Olarak Cumhuriyetin İlk Onbeş Yılı, Boyut Kitapları, 1999

Rene Marchand, Le Reveil D’Une Race Dans La Turquie de Mustapha Kemal, La Nouvelle Societe d’Edition, 1927

tbmm.gov.tr

Yener Oruç, Atatürk’ün Fikir Fedaisi Dr. Reşit Galip, Gürer Yayınları, 2008

Yüksel Yıldırım, Urfa’nın Sosyo-Kültürel Yaşamında Mihenk Taşı Bir Kurum: Urfa Halkevi, Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi, 2016

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Arşiv
Kapalı

CUMHURİYETİMİZ 100 YAŞINDA! (*)

BİR CUMHURİYET GERÇEĞİ: ATATÜRK, HALK VE KÜLTÜR

 

Zaman göreceli bir kavram. Matematik, fizik, felsefe pek çok yorumlar getirmiş, toplumların kültürüne göre algılanışı değiştiği için sosyal özelliği de var. Çok kısa, çok uzun. Hızla geçiyor, yavaş geçiyor, bazısı için geçmek bilmiyor. Akıp gidiyor, yakalamaya çalışıyoruz, tutamıyoruz. Cumhuriyetin o ilk yıllarında yaşasaydım ne hissederdim, diye, düşünüyorum, uzun bir ömür gibi gelen o savaşlar, kayıplar, yürek yırtan acılar, sonra o kısacık bir sürede yaşananlar, nefes, şaşkınlık, dönüşüm, yeniden doğuş. Varoluş. Özgürlük. Akıl. Saygı, sevgi. İnanç. O yüksek duyguların içinde, bir kahramanın yol göstericiliğinde, hızlandırılmış zaman tünelindeymiş gibi koşma. Bugünün deyişiyle ziplenmiş dosya gibi (ki yaşadığımız son 20-25 yıl için de böyle hissediyorum mesela) zihinsel ve kültürel kodlarımıza işlenmiş dolu dolu bir on beş yıl... Neşeyi, coşkuyu, sevinçten havalara uçmayı, aydınlanmanın ve eşitlenmenin gücünü, hele hele bir cumhuriyet kadını olarak okuduklarımdan hissedebiliyorum, enerji topluyorum da zamanı hissetme konusunda hayal gücüm işe yaramıyor. 

Bir daha okuyorum o ilk dönemde yapılanları, dünyanın şaşkınlığını, tepkisini, yine de ışınlanamıyorum o hisse. Atatürk’ün zamanı algılayışının zamanının ötesinde olduğunu bir kez daha anlıyorum. Zaman konusunda farkındalığı da, parlak zekâsı, aklı, planlama ve gerçekleştirme gücü de büyüleyici. Müthiş bir öngörü ve iç sesini dinleyerek (herkese kafa tutuyorsanız hem cesur hem çevrenizde olan bitenin bilincinde, hem de iç sesinizi dinliyorsunuzdur), hayatı pahasına zamanı iyi kullandığı da (burada tam Atatürk’ün hayalini kurduğu genç olan İnalcık Hocamı anmadan geçemeyeceğim, o da müthiş bir zaman mühendisiydi) bir gerçek. 

Zaman, insan hayatı, bilinmezliklerle dolu aynı zamanda, zamanı planlayabiliyor, doğru ya da yanlış kullanabiliyoruz (içinde insan olduğu için, kime göre neye göre sorusuyla), belirsizlikse hep var, ancak cesaretle, durumu saptayıp tespitini doğru yapar çözüm üretirsek, akılcı ve gerçekçi bakarsak, farkındalıkla kendimizi dışarıdan gelecek “tehlikelere” karşı koruyabiliyoruz. Toplumlar da insanlardan oluştuğu için insan hayatını toplum hayatı ile yer değiştirin, farketmiyor. 

Bugün 100. Yaşımızı kutluyor ve cumhuriyetin nimetlerinden faydalanıyorsak Atatürk’ün durum tespitini ve çözüm önerilerini zehir gibi saptayıp sorunlara saldırarak çözdüğünü (bu da sevgili İnalcık’da görülen bir davranış biçimi) görmememiz, sevgisi hâlâ bizi sarıp sarmalıyor ve güç veriyorsa doğru yolda olduğumuzu düşünmememiz için hiçbir neden yok.  

Atatürk kendisinin, memleketi için yaptıklarının çok övülmesinden hiç hoşlanmazmış, eleştirmekten korkan, fikrini söylemeyenlerden, karşısında el pençe divan duranlardan da çok sıkılırmış (zaman kaybı). Hayatının sonuna kadar en yakınında bulunmuş rahmetli Hasan Rıza Soyak, böyle gecelerden birinde, övgüler iyice uzayınca şöyle diyerek konuyu kapattığını söylüyor, hatıratında: “Efendiler, size şunu söyleyeyim ki, inkılapsa, Türkiye Cumhuriyeti’ni benim şahsımla kaim zannedenler çok aldanıyorlar, Türkiye Cumhuriyeti; her manası ile, büyük Türk Miletinin öz ve aziz malıdır. Kıymetli evlatlarının elinde daima yükselecek, ebediyen payidar olacaktır. Şimdi rica ederim artık bu bahsi kapayalım, bir daha da tekrar etmeyelim.” Fikir tartışmaları, nezaketle karşındakini dinleme, düşünme, paylaşma, ileri götürecek fikre değer verme eyvallah ama ilerlemeyi durduracak, boş kavgalardan da hoşlanmıyor (zamanın değerini bilme). Yürüyor bir başına (son derece bir başına, kendi keyfi için değil vatana adanmışlıkla), ülkeyi kültürel açıdan yükselteceğine inandığı liyakat sahibi ekibiyle, arkasına ona inanmış koca bir toplumu alarak. 

Doğunun ve Batının ülkemize, hızlı değişen Türkiye’ye merak ve şaşkınlıkla baktığı o kısa zaman zarfı… Paramparça halden doğan Türkiye Cumhuriyeti. Laiklik ilkesi. Devrim. Bugünün dünyasının dahi kabul ettiği, unutamadığı (zamana damga vurma) büyük lider. Orhan Koloğlu, 1938’e kadar olan tarihi süreç içinde ayrıntılı bir biçimde hem İslam hem de Batı ülkelerini karşılaştırarak tepkileri incelediği kitabında (Bir Çağdaşlaşma Örneği Olarak Cumhuriyet’in İlk Onbeş Yılı) bir ulusun doğuşuna nasıl şaşırdıklarını, “Büyük Savaşı izleyen bir sürü ihtilal içinde (Türkiye’deki kadar) beklenmedik ve takdire değer sonuçlar veren olmadı… Oysa, savaşın sonunda Türk milletinin yaşayabileceğine kimse inanmıyordu…” der. 1930 yılında Fransız siyasetçi ve fikir adamı Edouard Harriot’tan (New York Times, “Atatürk ve Türkiye” yazısı) bu da: “… içtimaî ve ahlâkî yeniliklerinden her biri tarihi bir kıymete haizdir; bunların hepsi biraraya gelince, tarihte, misli görülmemiş bir olay teşkil etmektedir.” Birkaç senelik bir zamanda (kendi ifadesi) gerçekleşen Türk Devriminde, ne insani ihtirasların coşması, ne maddi servetlerin ziyan edilmesi, ne de partilerin veya sınıfların kanlı kavgaları vardır, diye ekler ve bunun Türk inkılabının ruh eseri olduğunu, onu idare eden şahsiyeti Kant mektebinden bir filozof gibi gördüğünü!, onun demokrasinin ateşli savunucusu olduğunu, millet için ve milletle beraber çalıştığını yazar. 

Ne tatlı değil mi? Ne partilerin, sınıfların kavgası, ne ihtirasların coşması, ne maddi servet ziyanı, üstelik demokrasinin ateşli savunucusu olarak, millet için ve milletle beraber çalışmak… 

 

Çağdaşlaşmış ve son derece ciddi bir Türkiye

 

İngiliz uzman, C. V. Usborne, (“Turkeys Westernizing Movement”) “Çağdaşlaşmış ve son derece ciddi bir Türkiye, Avrupa politikasında her zamankinden daha kudretli bir güçtür” der. O yıllarda yarattığımız etki güzelmiş: Çağdaşlaşmış ve son derece ciddi bir Türkiye…  Ki, bunu bize zaman da gösteriyor, hem Doğulu hem Batılı bir toplum olduğumuz için, Atatürk de bunu çok iyi tespit edip (elbette kültürel süreci var bunun da) toplumu medeniyete taşımak için o özü ortaya çıkarıyor zaten. Değişik, çok değişik bir hareketi var Türkiye Cumhuriyeti devrimlerinin, formüllere gelmiyor (Bence o özel kök nedeniyle bugün halen Batılılar bizim toplumsal tepkilerimizi anlayamıyor, formüle gelmiyoruz).

Bunu nasıl yaptığına bakıp anlamaya çalıştığımızda, zaman kapsülünden bize aktarılanları okuduğumuzda, dinlediğimizde bugün bize de işaret olacak bilgileri anlatan çok değerli uzmanlarımız, araştırmacılarımız, zehir gibi nesiller var. Benim derdimse kültür, bana göre 70’lerin sonundan itibaren iyice çıkmaza girmiş, toparlanmaya çalışılsa, pırıl pırıl insanlarla fikirler, eserler ortaya konsa da gide gide daha da farklılaşmış bir alan kültür. Zihniyet tarihimiz, kültürün kendisi, çapı, dalgaları, iletişim, koruma, yaratıcılık ile toplumu dönüştürme ve birleştirme gücü beni büyülüyor. Atatürk’ün kızdığı bir sözmüş, cumhuriyetimizin mucizeye benzetilmesi, mucize değil, cumhuriyetin sahip çıktığı kültür de insanın eseri sonuçta. Yani bu yazı, cumhuriyeti kültürel açıdan ele alıyor. 

Cumhuriyetin akıl, aklın insan demek olduğunu, insanlık adına tüm değerleri kapsadığının bilincinde, insanlık adına ondan önce yaşanmış ve yaşanmakta olan gelişmelerin farkında, son derece hâkim, son derece kültürlü bir lider Atatürk. Çok başka, o kadar başka ki halkının, o farkında olmasa da insanlık adına çok zengin kültürünün, tarihinin bilincinde, toplumun, o kültürün onu kabul edeceğini, anlayacağını da herkesten önce farkediyor. Gözlem gücünün, hislerin, algının, aklın, sevginin, sadece insana odaklanmanın güzelliği... Bu toplumun kadınının erkeğinin kültürel kodlarını, iyilikseverliğini, fedakârlığını, sabrını, gücünü, ama aynı zamanda kendi iyiliğine olan tüm yeniliğe ve gelişmeye açık olduğunu görüyor, zaten 19. yüzyıl gibi ulus devletlerin kurulduğu, ulus bilincinin ortaya çıktığı, sosyal bilimlerin toplumların hayatına nüfuz ettiği bir dönem akıyor, imparatorlukların parçalandığı bir çağın sonu gelmiş, 20. yüzyıldayız. Süreç işliyor. Kurduğu cumhuriyetin çapı, ataklığı, çok kısa sürede zirveye yükselişi onun haklılığını ispatlıyor, toplumun hem içinde hem ilerisinde, toplumla kurduğu bağ o kadar sahici, insanlık adına o kadar gerçekçi temellere dayanıyor ki o yüzden Atatürk Cumhuriyeti, Atatürkçülük gibi tabirler doğuyor, o yüzden dünyada gözler ona ve kurduğu cumhuriyete çevriliyor. Kendimizi, kültürümüzü hiç küçümsemeyelim. Her toplumun farklı dinamikleri var, medeniyet kültür insanla var, zaten kültür de insan ve toplumların dinamikleri üzerinde yükseliyor. Yaşam ya da ölüm gibi bir noktada halkını yaşama yönlendirmesi bir yana, onun içindeki cevheri çıkarması ve o cevheri parlatmak için eğitime sorunu saptayıp geniş bir açıdan bakarak sarılması, kültüründen gurur duyacağı çıtaya yükseltmesi, ancak aklını kullanarak dönüştürebileceği, yüceltebileceği, varolacağı fikrini genç cumhuriyete benimsetmesi, o kuşakların bunu sahiplenmesi, anlaması, o inanç ve azimle çalışması, kuşaklar boyu bunun bizlere aktarılması… Hurafelerden uzak insana değer vermesi, akıl toplumuna yönlendirerek, kültür eğitim hukuk olsun her alanda odağına insanı alarak yükseltme hamlesi de bu yüzden. 

 

Kültür Devrimi

Cumhuriyetimiz, kuruluş değerleriyle, o değerleri gerçekleştirme gücü ve halen süren kararlılığıyla çok özgün, Atatürk kadar, kurucu entelektüelleri, birliği, ölümüne sevdalısı toplumu, inancı, bir olan halkı kadar özgün, sıradışı. Evet, bugün değişen toplumsal dinamikler(imiz)den, insanı kendinden eden şu hız çağında dünyanın vardığı acımasız hırslardan, hele hele ülkemizde gözardı edilen şeylerden sıkıldık, yorulduk. Ancak tarihe bakarsanız her toplum, her yüzyıl, çilelerle yaşanmış, şekillenmiş, siyasi çekişmeler, kavgalar, savaşlar, sosyal adaletsizlikler, gözyaşları eksik olmamış ama mücadele eden, bilime eğitime kültüre “kendi aklıyla” güvenen, okuyan, yüzünü medeniyete çeviren, çağdaşlaşan kazanmış. Ya da kazanamamış, dertlerle boğuşmasını sürdürmüş ve hatta yok olmuş. Ama biz başarmışız. Ve işte 100. yılımızdayız. Belki şimdi asıl sormamız, aradaki açığı kapatmamız için soru şu: Acaba biz kendimizi ve onun kurduğu cumhuriyetin kültürel (takıntılıyım bu konuda, kültür önemli) altyapısını ve yaptıklarını ne kadar tanıyor, üzerinde düşünüyor, analiz ediyor, bugüne bakıyor ve kopya çekip ne kadar dönüştürüyoruz?

 

Atatürk’ün kültür devrimi gerçekten de hiç bir toplumun bu kadar yoğun bir değişimi sığdıramadığı bir süreci kapsıyor. Akılcılığın üzerine inşa edilmiş Batı toplumunu çok iyi tanıyan Atatürk, son derece düşük okur yazarlık oranına sahipken, tarım, sanayi, teknoloji, bilim, sanat, hukuk, eğitim, kültüre değer vererek, herkesin gözünün açık kaldığı ve hatta yürüyeceğine inanmadığı özgün bir modelle bu cumhuriyeti kuruyor. O fakirlik, maddi yetersizlik içinde, o kadar kısa sürede, ortak paydası memleket olduğunda, vizyon, ideal, hedefler sağlamsa ve liyakat sahipleri görev başındaysa eğitim alanında ne büyük atılımların gerçekleştiğini genç araştırmacılar, o dönemleri yaşayanlar, uzmanları rakamlarla anlatıyor. Baktığınızda şaşırmamak mümkün değil. %70’den fazlası köylerde toplanmış bir nüfus, okur yazar oranı %10’un altında, nüfusun yarısından fazlası kadın, her 5 çocuktan sadece 1’inin (tabii ki kız çocukları oranı değil bu) okula devam edebildiği bir hakikatten, köylere köy ortamında öğretmen yetiştiren modellere, öğretmenliğin cazip hale getirilmesine vd... 1923-1924 öğretim yılında 4.894 olan ilkokul sayısı 1937-1938 öğretim yılında 6.700’ye, öğretmen sayısı 10.238’den 15.775’ye,  öğrenci sayısı ise 341.941’den 764.691’ya çıkmış. Öğrenci sayısı %224 artmış, 1938’de düşünün hâlâ Türkiye’deki 40.000 civarındaki köyün %83’ünde okul yok. Her birinin bize hatırlatılması, öğrenmemiz, değerlerimizi tanımamız gereken (kültür) müthiş ekip, çalışma arkadaşları var yanında, onu anlayan, enerjisiyle seviyeyi yukarılara taşıyıp alıp götüren. Dr. Reşit Galip de bunlardan biri. “Atatürk’ün ‘Fikir Fedaisi’ Dr. Reşit Galip” adlı eserinde Yener Oruç, “mülkiyetin belgesi tapunun üzerine, kültür ve tarihten oluşan mühür ve imzayı yerleştirmek istiyordu. Böylelikle ulusal mimariyi derin bir temel üzerinde geliştirerek kimsenin toprağından söküp atamayacağı bir ulus bilinci hareketini, Milli Eğitim Bakanı olarak sürdürüyordu.” Tüm kaynak yetersizliğine rağmen ortaokulu sonuna kadar okumamış bir genç, ilköğretimini tam yapmış sayılamaz, diyen, yani 8 yıllık eğitimi 1930’larda ilk dile getirenlerden. Dr. Reşit Galip de ne yazık ki çok erken yaşta vefat ediyor. Eğitim kahramanları ordusunun kilit isimlerinden Mustafa Necati Beyi de (ülkemiz için yaptıklarını burada anlatmaya satırlar yetmez, çok kıymetlilerden biri, Atatürk’ün yakın fikir kurmayı, başka bakanlıklarının yanısıra en son olarak üç yıl Maarif Vekili, ve tam Millet Mekteplerinin açılacağı gün, genç yaşta apandisti patlayarak vefat ediyor o da ne yazık ki, hüngür hüngür ağlıyor Atatürk), tüm emek verenleri de minnet, sevgi ve saygıyla anıyorum.

 

“… köylü ile şehirli arasında karşılıklı sevgi ve dayanış­ma duygularının kuvvetlenmesine…”

 

Afet İnan, “Atatürk Hakkında Hatıralar ve Belgeler” kitabında Atatürk’ün sözlerini not halinde aktarır ve  “Türkiye Cumhuriyeti’nin temeli kültürdür” dediğini yazar. Bugün bize bir bakıma, zaman içinde yaşanan pek çok gelişmeyle unutturulmuş kilit bir cümle bu. Aslında sokağa çıkıp, hatta kültürlü insanlara bile sorsanız kültürü tanımlamada anlamlı cevaplar alacağımız şüpheli. Bir sürü merkezler, kurumlar, dernekler açılıyor, zaman akıyor, çok iyi çalışan da var, ama, ama işte… O temelden uzaklaştırılmışız. Bu konuda yıllarca yatırım yapılmamış, kültür ve medeniyet (kültürünüzü koruyorsanız medeni olursunuz, medeniyet kültürle birlikte gelir) nedir unutmuş, her birimiz, kurumlarımız, kendi kendine, olabildiği kadar bu konularda var olmaya çalışmış. Halkı önemsememiş, onun eğitimini, kültür temelini, sanatsal, yaratıcı yanını göklere çıkarmamış, kültürü sokaklara sermemiş ve çok uzun yıllardır böyle yapılmış. Oysa eğitimle kültür ve ulusal bilinç ilişkisinin kilit bir ayrıntı olduğu, o ayrıntının üzerine çalışıldığı, ona kıymet verildiği, yüceltildiği için akıl toplumlarına koşuyoruz, Batının medeni ülkelerinde kültür kilidi çoktan çözüldüğü için tıkır tıkır işliyor oralarda. 

 

Günümüzde, artan çok fazla tanımı var kültürün. Ama bir temel gerçek var, kültür üzerine çalışanlar kültürün, kesin olarak yerli ve milli (bu tanımı duyanlar şaşırıyor, bu yeni bir icat değil, ayrıca cumhuriyette ve benim dönemimde, yani 70’lerde okurken, dünyaya elbette gözlerimizi kapamadan yerli ve milli şuurla yetiştik) ve bir ulusa ait olduğunu, bir ulusun, ulus olma bilinci ve birliğinin ancak kültürle olacağını biliyor. Bu, kendini dış dünyaya kapatıp hamasetle, ezberle yetinmek değil, tam tersine kendi geçmişini, kültürünü gerçek anlamda tanımak, bilmek, topluma yayıp gelişmeyi sağlamak (elbette eğitimle, bilinçle) ve tüm medeniyetlere açık, paylaşımcı, önyargısız bir varoluş demek. Çünkü içinde insan, insanın ürettikleri var. Kültürün yoksa sen de yoksun. Bayağı derin ve önemli bir konu. Çünkü bir ulusa ait, çünkü soyut somut bilgi, üretim, sanat, gelenek, görenek, dil, inanç, alışkanlık, değer yargıları, yiyecek, giyim-kuşam gibi insanın yarattığı tüm unsurları kapsıyor, kuşaktan kuşağa öğreniliyor, yeni kuşaklara aktarılıyor, toplumsal yanı nedeniyle değişiyor, saygıyla dönüşüyor, insana dair zenginlikleri kapsadığı için çağı yakalıyor, öyle dondurulmuş bir yiyecek gibi değil ama korunuyor ve toplumu bütünleştiriyor. Tüm bu yerel olan özellikleri aslında onu hem capcanlı, merak uyandırıcı, birleştirici, hem de uluslararası da kılıyor. Atatürk hem bunu, hem de hiç şüphesiz, kültürün pek çok tanımını ve önemini biliyordu (4 bini aşkın kitaba sahip kütüphanesi, koleksiyonları olan, danstan müziğe, felsefeden edebiyata, her koşulda günde en az 100 sayfa kitap okuyan, dünyayı tanıyan bir zihin), kültürün toplumu birbirine sımsıkı ve huzur içinde bağladığını, geliştirdiğini, devletin de ancak böyle yükseleceğini. Eğitim altyapısının bu yönde güçlenmesi gerektiğini de. “Kültür ile uygarlığı ayırmak güç ve gereksizdir, diyor, “Kültür, bir insan toplumunun devlet yaşamında, düşünce yaşamında, yani bilimde, sosyolojide ve güzel sanatlarda, ekonomik yaşamda yapabildiği şeylerin sentezidir.” Sonra, “kültür, okumak, anlamak, görebilmek, görebildiğinden mana çıkarmak, intibah almak, düşünmek, zekâyı terbiye etmektir. Yine insan, enerjisiyle ve fakat tabiatın ona iltifat edil­dikçe tükenmez yardımıyla, yükselen, genişleyen insan zekâsı, hudutsuz kavrayış anlamında 'insanım' diyen bir özel niteliği olur.” “İnsanım, diyen bir özel bir nitelik”. Konunun derin olduğunu söylemiştim, halka duyuruyor: “İnsanların hayatına, faali­yetine hâkim olan kuvvet yaratıcılık ve icat ka­biliyetidir. İcadı ve yaratıcılığı yapabilen insanların ise, mutlaka kültürlü olmalarının şart olduğu ortaya çıkmıştır.” Sonra, bugün bize unutturulmuş, Allahtan şimdilerde Alacahöyük sergisiyle (Yapı Kredi Kültür Sanat) hatırlatılmış, bayıldığım şu cümlesi: “Türkiye Cumhuriyetinin temeli kültürdür.”

“İnsanım, diyen bir özel niteliği olur” diyor, “yaratıcılık ve icat kabiliyeti.” O özel niteliği yükseltmek bilindiği gibi sadece fen bilimleri ile olmaz, insan sosyal bir varlık aynı zamanda, anlamak isteyen, sosyal bilimler var, anlama büyük yarar sağlayan. Hukuk, Sosyoloji, antropoloji (kültürle bağlantısı nedeniyle daha da mühim), felsefe, tarih, coğrafya, mantık, estetik, psikoloji, özellikle sosyal bilimler kendimizi ve toplumu anlamamızı sağlıyor. Okuyor, öğreniyoruz, kendi fikirlerimiz oluyor, sentezler yapıyor, karşılaştırıyor, farkındalık kazanıyoruz. Böyle böyle oluyor, var oluyoruz. Cumhuriyetin, Atatürk’ün hayali de, birey olarak her birimizden beklediği de bu varoluş, sonra da emanet ettiği bu güzel memleketi tüm varlıklarıyla daha da anlamlı hale getirmekti. 

 

Adalet ve hak, eşitlik, bağımsızlık üzerinde düşünmek, anlam, gerçekten hakka değer vermek… İlk açılan fakülte Hukuk Fakültesi bu yüzden, sonra ziraat, siyasal bilgiler, Ahmet Arslan Hocanın dediği gibi, adı bile çok güzel olan Dil Tarih, daha sonraları üniversite reformunda dönüştürülerek açılan İstanbul Üniversitesi. Hukuk, Adalet, Eğitimde birlik (Tevhid-i Tedrisat Kanunu), ulus olma bilinci ve gururu, kadın erkek eşitliği, özgürlük, kültürün bir öğesi olan dinin kişiselliğinin/devlet işlerinden ayrılmasının altının çizilmesi, akılcılık, cehaletle savaş, emeğe saygı, halkçılık, halkla aydın kesimin arasını kapatma azmi, kimliğini koruyarak medeniyete, yani akıl toplumu olan Batıya yönelme. Sonra halk evleri (Reşit Galip’e Halk Evlerini kurma görevi verilmiş). Köycülük, halk odaları… 

Bugün, aradan geçen zamanda her biri ne yazık ki birbirine benzeyen, özgünlüğü elinden alınan, yani kültürü tahrip edilen köylerimiz ve köycülük! Halk Evleri 19 Şubat 1932 günü açılıyor, ilk başta Ankara olmak üzere, bir gün ara ile Samsun Diyarbakır Eskişehir İzmir Konya Denizli Van Aydın Çanakkale Bursa ve İstanbul’da çalışmaya başlıyor, kısa zamanda tüm illere yayılan bir kültür örgütü haline geliyor. 

Halk Evlerinin açılışında Atatürk “Türkiyenin sahibi ve efendisi kimdir?” diye soruyor, “Köylüler” sesleri, duyuluyor kalabalıktan. “Bunun cevabını derhal birlikte verdik. Türkiyenin hakikî sahibi, efendisi, hakikî müstahsil olan köylüdür. O halde herkesten daha çok refah ve saadete lâyık olan köylüdür. Türkiye Büyük Millet Meclisi hükümetinin iktisadi siyaseti bu aslî gayeyi istihsale matuftur. Yedi asırdan beri cihanın dört köşesine sevkederek kanlarını akıttığımız, kemiklerini yabancı tapraklara bıraktığımız ve yedi asırdan beri emeklerini ellerinden alıp israf ettiğimiz ve bunca fedakârlıklarına ve ihsanlarına karşı nankörlük, küstahlık, ceb­barlıkla uşak menzilesine indirmek istediğimiz bu aslî sahibin huzurunda bugün hicap ve ihtiramla hakiki vaziyetimizi alalım.” Halkevleri kuruluşunda en çok çaba harcayan, temel ilkelerini hazırlayan kişi, dönemin Milli Eğitim Bakanı Dr. Reşit Galip de açılış konuşmasında, “ulusal varlığın sağlıklı olması, köylünün refah ve mutluluğuna bağlıdır. Köylü korunmalı, bilinçlenmeli ve kültürü yükseltilmelidir. Köylüyü ezen vergiler kaldırılmalı ve koruyucu vergiler konmalıdır” diyor.

(YAZI DEVAM EDECEK)

Arşiv
Kapalı
Abone ol Atatürk