cumhuriyet

CUMHURİYETİMİZ 100 YAŞINDA! (**)

Ataturk salincakta

PARTİCİLİK VE PARTİ MÜNAKAŞALARI YASAKTIR!

Ne yapılıyor buralarda? Kültür çalışmaları. Dokuz dalda başlıklar: 1) Dil, Edebiyat ve Tarih 2) Güzel Sanatlar 3) Tiyatro 4) Spor 5) Sosyal Yardım 6) Halk Dershaneleri ve Kurslar 7) Kitaplık ve Yayın 8) Köycülük 9) Müzeler ve Sergiler.  

1935 yılı Halk Evleri Kitapçığını buluyor (yaşasın dijital arşiv, tbmm.gov.tr), sevinçle inceliyorum, dönemin dergilerini, Cevdet Perin’in, “Atatürk Kültür Devrimi” kitabında bu evlere ayrılan özel bölümü okuyorum.

Halkevlerinde çevredeki harabelere tarih gezisi düzenleniyor, evlerdeki kültür malzemeleri toplanıp mini (bazısı büyük) müzeler kuruluyor, arkeoloji araştırmaları yapılıyor, kütüphaneler taranıp birbirlerine destek olunuyor, broşürler basılıyor, şenlikler, sergiler (sergi açmak çok önemseniyor)… “Halkevleri, muhitlerinin ziraî mahsullerinden sanat eserlerine kadar bülün varlıklarını ve kabiliyetlerini teşhir etmek ve memleketi gelen geçenlere ol­duğu kadar içinde yaşayanlara da hakkile tanıtmak mazhariyetine mümkün olduğu kadar fazla sergiler açmakla kavuşabileceklerine kanidirler. Denizli Antep, Balıkesir, Adana, Konya, Mersin, Bergama, Elazığ, Eminönü, Ödemiş İzmir, Zonguldak, Sivas, Üsküdar, Beyoğlu, Tokat, Trabzon bu hususta ba­şarılar kaydeden Halkevlerindendir.”

Halk türküleri, derlemeler, orkestralar, bandolar, köylü koroları, temsiller, oyunlar, film gösterimleri, heykeltıraşlık, spor faaliyetleri, atlı yaya bisikletli geziler, okuma odaları, yabancı dil kursları düzenleniyor bu evlerde. Köyler kalkınmalı, kültür eğitim eşitliği sağlanmalı…

Köycülük şubesi... Amacı, köylerin sağlık anlamında, sosyal, gönlü okşayan “(bediî) gelişme­lerine ve evrimlerine, köylü ile şehirli arasında karşılıklı sevgi ve dayanış­ma duygularının kuvvetlenmesine çalışmaktır. Şube yakın köyleri imkân olduğu kadar sık ve çok olarak Halkevi genel müsamerelerine ve Halkevi üyelerini de uygun mevsimlerde köylerde hazırlanacak kır bayramlarına çağırmak suretile sevişme ve anlaşma sebep ve çareleri hazırlar.” Sevişmek diyor diye, hemen saçları dikilen varsa söyleyeyim, ben de ilk olarak babamdan, bir arkadaşına duyduğu sevgiyi tanımlarken duyduğumda, ne diyor ya, demiştim, “birbirini sevmek, saygı duymak” demek anlamı (Bir örnek, Kubbealtı Lugatından, Sâmiha Ayverdi’den: “XIX. Asır sonları, Boğaz ile insanların belki de en fazla anlaşıp seviştikleri devirdi.”)

Bu arada hem gerçekçi hem sihirli bir cümle: “… köylü ile şehirli arasında karşılıklı sevgi ve dayanış­ma duygularının kuvvetlenmesine çalışmak…”  

YAŞASIN KÜLTÜR ÇALIŞMALARI!

Halk Evlerinde, halk odalarında, köycülük şubeleri vd. buralarda ne yasak biliyor musunuz? Particilik ve parti münakaşaları. Kültür siyaset dışıdır zaten, ortak paydada birleşerek ancak bir kültür politikası oluşturulur, onun da gelenin değiştirdiği, gidenin çarptığı bir yapısı olmaz, tam tersine anayasa gibi yerelden merkezi sisteme ortak payda ve hedefleri vardır, planı vardır. Atatürk döneminde olduğu gibi. Bilhassa önem verdiği nokta; bu evlerin eşiğinden atlayanların, oralarda siyasi düşünce ve inançlarını bir tarafa bırakmaları, herkese ve her samimi fikre karşı muhabbet ve hürmet besleyen iyi ve medeni birer vatandaş hüviyetiyle hareket etmeleri. Atatürk ve entelektüel ekibinin eğitimle kültürün içiçe, bir olduğunun bilincinde olduğu kesin. Her toplumun kendine özgü dinamikleriyle farklı olduğunun da, ki buna da kültür diyoruz, medeniyet ve kültür gerek bizde gerek dünyada özellikle 20. yüzyıl başında tartışılmaya başlanmış, tanımları artmış, üzerinde çok düşünülmüş mefhumlar.

“Kültür, bir milletin bütün tarihi seyrini gösteren bir hare­kettir. Bugün yaşayan milletler varlıklarını ispat ve idame için çalışırlar, fakat onların dayanacağı bir esas, kökünü kendisin­den alacağı bir kültürleri bulunmazsa, temel sağlam olmaz. Onun içindir ki tarihlerinde kültür izi bırakmayan milletlerin en nihayet yalnız adları kalmıştır. Türk milleti beş-altı yüz sene önce kültürlerinin bir safhasına dayanarak, bütün cihanı istila fırsatını bulmuştu. Ancak bu istila yalnız askerlik kudretiyle değil, milletin yüksek kabiliyeti ve maddi delilleri elimizde bu­lunan kültürü ile olmuştur. Halbuki sonraları bunun ihmali yü­zünden o devlet maziye karıştı, yok olmak derecesine vardı. Türkiye Cumhuriyeti, kültürünü bugünkü şartlar içinde inkişaf ettirmektedir. Burası muhakkak olmakla beraber, Türk kültür­cüleri eskiye de ehemmiyet vermekte, eskinin ve tarihin derin­liklerini araştırmaktadır.” Ülkede araştırmalar yapılıyor, valilik üzerinde müfettişlikler, eğitim eminlikleri, düşünülüyor da düşünülüyor. Çağrı yapıyor: “Siyasi kavgaların çoğu neticesizdir. Fakat toplumsal çalışma her vakit için verimlidir. Bizim aydınlar buna çalışmalı. Neden Anadolu'ya gelip uğramazlar? Neden milletle doğrudan doğruya temasta bulunmazlar? Memleketi gezmeli milleti tanımalı. Eksiği nedir görüp göstermeli. Millet sevmek böyle olur. Yoksa lafla sevgi fayda vermez.” Öyle de yapılıyor. Halkevlerini, yaşlı veya genç, fedakâr ve idealist aydınlar idare ediyor.

1935 Halkevleri kitapcigi

Halkevleriyle herkes kendi bölgesinde millî müca­deleye, inkılâp yıllarına ait izlerini toplamaya başlıyor. İlk girişimci şehir Gaziantep, “Bir tarih müzesinden büsbütün başka canlı ve hareketli bir müze olacak olan bu inkılâp müzelerinin devrim tarihi ile alâkalı otantik eşya­dan, o zamanki kıyafetlerle tesbit edilmiş fotoğraflardan, o zamanki hadiseleri, inkılâptan evvel ve sonraki Iiçtimaî müesseseleri ve umumî ha­yatı tesbit eden eserlerinden, önemli arşiv­lerden teşekkül edecek olan salonları için mu­hitte mevcut belge ve izleri toplamak üzere zaman geçmeden her Halkevi müze ve sergi şubesinin harekete geçmekte olduğu çalış­maların tetkikinden anlaşılmaktadır.” Gaziantep, müze ve korumacılık anlamında öne çıkan şehirlerimizin başında geliyor, kendi imkânlarıyla mücadele eden ve Atatürk’ün “Ben Gazianteplilerin gözlerinden nasıl öpmem ki, onlar yalnız Antep’i değil bütün vatanı kurtardılar” dediği, her kasabasını, köyünü kahramanlık misali olarak gösterdiği bu şehirde mesela neden bir Devrim Müzesi yok? Atatürk’ün 1933’te ziyaret ettiği, fahri hemşehrisi olduğu Gaziantep, 25 Aralık Panorama Müzesi, Atatürk Anı Evi, Milli Mücadele Müzesi vd., kurtuluşun hatırlatılması, savaş tarihi, hatıraları vd var da şehrin o özel devriminin, kültürel altyapısının ve geçmişinin hatırlatılması, kahramanlığın kültürel (geniş anlamı var malum) yanı gelişmenin yararına değil mi? (Bu arada Gaziantep’te de ne yazık ki halen ciddi bir oranda okuma yazma bilmeyen nüfus var.)

 

Ata HAlkodasıHalkevi tiyatrosunazilli halkeviUrfa Halkevi

Urfa’da açılan Halk Evinde, 1930’larda, Süryanilere ait “Helen” adında bir kadın ve iki çocuğunu gösteren iki bin yıllık bir heykel inceleniyor mesela, Halkevi müzesine konuluyor (acaba o müze neredeydi?), Orduevi’nin temelinde bulunan önemli mozaikler gün yüzüne çıkarılıyor. Siverek ilçesine gidiliyor, Süryanilere ait kitabeler merkeze getirilip Halkevi müzesine konuluyor, Viranşehir tarihi surları, Hincik Mağaraları inceleniyor filan.

Urfa Halkevini araştırdığı çalışmasında Yüksel Yıldırım, “Urfa Halkevi şubelerinin oldukça etkin faaliyetlerde bulunduğu görülmektedir. Urfa, tarihi zenginliğiyle birçok farklı etnik ve dini unsurların bir arada yaşadığı ender kentlerden biridir. Etnik yapıdan dolayı Türkçe okuma yazma kurslarına ayrı bir önem verilmiş, halkın eğitim seviyesinin yükseltilmesi için çalışmalarda bulunulmuş ve bu çalışmalar başarılı görülmüştür. Kadınların sosyal hayata katılmasında Halkevi büyük çaba göstermiştir. Özellikle halkevinde düzenlenen çay şölenleri, kadın hastalıkları, kadının sosyal hayattaki rolleri vb. konularda yapılan konferanslar, kadınların temsillere katılması, gezici köy kadınları kurslarının düzenlenmesi, biçki, nakış, dokuma, vb. pek çok kursun açılması ve kadınların bu faaliyetler için teşvik edilmesi ile sosyal alanda önemli değişiklikler yaşanmıştır.” Urfa’nın müzik zenginliği bu şehrin halkevindeki güzel sanatlar şubesine de yansıyor, şube üyeleri saz ve musiki bilenlerden seçiliyor, haftada bir saz gecesi yapılıyor, milli oyunlar oynanıp türküler söyleniyor. Şubede ayrıca 14 kişilik bir bando da var vd.

Her biri ayrı, toplumu birleştiren, şehirler, köylere ve bugün bize mutluluk veren ayrıntılarla dolu yuvalar...

 

DEVRİM MÜZESİ

 

1950’de Halk Evlerinin sayısı 500’e halk odalarının sayısı 4500’e yaklaşıyor. Düşünün, uzak noktalara ve köylere kadar uzanıyor bu halk okulları, halk odaları. Bu evler, odalar, kitaplıkların çabasıyla bir olunuyor. Sadece okuma yazma bilmeyen nüfusu okur yazar yapma çabası da değil bu, bir kültürel kayıt, aktarım, bir olma, ulusal bilinçlenme çabası. Herkes kendi muhitini, şehrini, köyünü merak ediyor, öğreniyor, geliştirmek, keşfetmek için çaba gösteriyor. Bir Devrim Müzesi kurma fikri oluşuyor 1930’larda. Bugün devrim arabaları, devrim pul sergileri gibi dağılmış başlıklarla müzelerimiz ve sergilerimiz var ama bir devrim müzemiz olduğunu ben bilmiyorum, olsa soluğu orada alırdım zaten. Tamam devrimden korkanlar var günümüzde ama ister kork ister korkma devrimler yapılmış işte, bugünü de o sayede görmüşüz, Osmanlı bizim geçmişimizse bu da geçmişimiz, ne kıymetli günler yaşanmış o devrimler döneminde de. Coğrafya Enstitüsü var mesela, Türk Kültür Enstitüsü, var da var. Yokluk içinde eğitim ve kültür açığını kapamak için yapılan yazışmalar, gönderilen azıcık paralarla kazanılan gençler, çocuklar… Mimari açıdan da mekânsal örgütlenmeler, yarışmalarla yapılan binaları (bir örnek, Bursa Halkevi, yarışmayı kazanan, ilk kadın mimarlarımızdan Münevver Belen’in eseri, Gerede, Karamürsel, Kayseri Halkevi binası da Leman Tomsu ile ortak çalışmaları )

 

Bolu HAlkeviMünevver Belen Bursa Halk Evi mimarbursa

Bazı halk evleri modeli, bazı Avrupa ülkelerinden ilhamla başlatılsa da Türk toplumunun özelliklerini tanıyıp özgün bir modele dönüştürülüyor. Çünkü cumhuriyet zihniyeti, kopyacı da, ezik de değil, kendi aklını kullanıyor. “Türkiye bir maymun değildir. Hiçbir milleti taklit etmeyecektir. Türkiye ne Amerikanlaşacak, ne Batılılaşacaktır, o sadece özleşecektir” diyor mesela. Özünü bilmek önemli, korumak, saymak, kıymetlendirmek ve ilerlemek için bir olmak. Okuma yazma oranı çok düşük köylerde, uzak şehirlerde yaşayanlarla kentliler, okur yazarlar arasındaki kültürel ayrımı kaldırmak, kültürde, ortak paydada bir olmak amacıyla böyle özgün, sahici bir model çıkıyor ortaya. Kültürel farklılık açısından o kadar büyük uçurum var ki (sanki şimdi yok, o ayrı), zaten toplumun büyük çoğunluğu köylerde yaşıyor. Takma akılla yapılmadığından da, o süreçlerden yetişen kuşaklar,onların çocukları, bizler cumhuriyetin nimetlerinden faydalanıyoruz.

 

gaziantepFeyhaman Duran 1938 Antep1932-42 Halk evleri

 

Ama bazıları halen anlamıyor. O kadar anlamıyor ki, mandacılığı, bir başka milletin boyunduruğu altında "yaşamayı" bugün bile özleyenler var. Şimdi kendi hikâyemden birkaç gün içinde yaşadığım bir kesit: Ben yüzüncü yıla şükreder, okudukça daha da coşar, neşe içinde dolanırken bir “üniversite hocası” hep ilaçlarımı aldığım eczacıma dert yanmış, “keşke Atatürk cumhuriyeti kurmasaydı, Yeni Zelanda ve Avusturalya gibi bir memleket olurduk” demiş. Atatürk’ün kısaca “ahmak” deyip geçeceği, benim ona ilaveten içimden bir sürü şey söylediğim, zaman kaybedip iyi ki tanımamışım dediğim birey. Sonra bakkalla muhabbet ederken kenarda oturan yaşlı çift. “Anne babanız mı”, evet. Okumadığı ya da köylü ya da Anadolulu olduğu için selamımda başını eğen, iyi akşamlar deyince ayağa kalkarak, ezilerek mukabele eden bakkalın annesi babası… Ah! Unutamayacağım o yürek burkan an. Onlara sıkı sıkı sarılma isteği duyuyorum o an, gözlerim dolarak ağır ağır çıkıyorum yokuşu, o görüntü, o an gözümün önünde, evde zamanda ileri geri sarmayı sürdürüyorum elde olmadan, katılarak ağlıyorum. Olay, Cumhuriyetin 100. yılında, Kasım ayında geçiyor.   

KÜLTÜR DEVRİMİ

Cumhuriyet en hızlı gelişimini, kültürel devrimini o kısacık sürede gerçekleştiriyor. Bütün Türkiye’de mi, elbette değil. Bugün olmadığı gibi. 1938 doğumlu canım annem, İzmit doğumlu, cumhuriyet çocuğu, karma ilk eğitim sonrası Kız Enstitüsü mezunu. Buralarda “bilginin yanında görgü, kendi işini kendisinin yapabilme zevk ve yeteneği ve evi idare kudreti kazandırılmaya çalışılmaktadır. Türkçe, tarih, coğrafya, yurt bilgisi, fen bilgisi, matematik, biyoloji, defter tutma, Fransızca, beden terbiyesi, musiki dersleri ortaokul programlarına göre beş yıl okutulmakta, ayrıca umumi, tezyini,  mesleki  resim,  bitki ve hayvan  resimleri,  motifleri, krokiler, elbise, şapka, eldiven, çanta, eşarp, kemer, yastık, çamaşır, perde, işleme takımları gibi kadın ve salon süsleme eşyaları ile kreasyonları yaptırılmakta ve kıyafet tarihi gösterilmektedir” diye yazıyor Ayten Arığ Sezer (Türkiye’de Kız Enstitüleri: Gelenekten Geleceğe). Bölgeler arasında bugün çok fark var, biliyoruz.

 

annem ortaokul

 

 

cumhuriyet faziletIzmit Necatibey İlkokuluders notlarıkozmografya derslerikadıkoy halkevi

Bundan tam 34 yıl önce, rehberlik eğitimi sırasında bayağı geniş bir alanı kapsayan Doğu Güneydoğu Anadolu (ilk kez görüyordum) gezisinden dönüşte insanların imkânsızlıklarını, çaresizliklerini, hüzünlerini görünce harap olduğumu, yüreğime oturduğunu unutmam mümkün değil. Bugün farklı mı? Biraz farklı ama eğitim ve kültür alanında daha yapılacak çok çok iş, alınacak çok çok yol var. Mesela bugün halen ortalama eğitim oranının çok düşük olduğu illerden biri olan Urfa’da (7,4 yıl), okuma yazma bilen oranı %93,9, yani eğitim ve kültür savaşı bitmemiş, kadınlarda okuma yazma bilen oranın en düşük olduğu illerin birincisi % 89,0 ile Mardin, ikincisi de Şanlıurfa, %89,3 ile.

Kıymetli düşünürlerimizden, kültür tarihçisi Urfalı Prof. Ahmet Arslan, o tatlı üslubu, derin bilgisi ve gözlem gücüyle “Ben ilkokula başladığımda, ki 44 doğumluyum, 1950-60 arası Urfa’ya cumhuriyet gelmemişti, okul vardı, ama okullaşma oranı çok düşük düzeydeydi, 1960-65’e kadar Urfa’da bir tane lise vardı, 1946’da açılan, bak, somut bilgi bunlar, (…) 10-12 dershanelik bir okul vardı, hem ortaokul, hem lise, (…) üç katlı, Urfa Atatürk Lisesi. Yahu bütün ilçeleriyle birlikte bir ortaokul var, bir lise var, aynı binadalar. Benim kızkardeşim, iki erkek kardeşim, akrabalarım, bunların içinde bir tek kız çocuğu yoktu ki ilkokula gitsin, e cumhuriyet gelmemişti, oysa cumhuriyet okuldu (…), en önemli silahı okul olacaktı, aklı eğitirdi cumhuriyet”, diyor. Devamında bugün tüm akrabalarının lise mezunu olduğunu da belirterek. (Fatih Altaylı, TekeTek Cumhuriyet 100. Yıl Özel, “Cumhuriyetin İkinci Yüzyılı?", youtube)

 

(YAZI DEVAM EDECEK)

Arşiv
Kapalı

CUMHURİYETİMİZ 100 YAŞINDA! (*)

BİR CUMHURİYET GERÇEĞİ: ATATÜRK, HALK VE KÜLTÜR

 

Zaman göreceli bir kavram. Matematik, fizik, felsefe pek çok yorumlar getirmiş, toplumların kültürüne göre algılanışı değiştiği için sosyal özelliği de var. Çok kısa, çok uzun. Hızla geçiyor, yavaş geçiyor, bazısı için geçmek bilmiyor. Akıp gidiyor, yakalamaya çalışıyoruz, tutamıyoruz. Cumhuriyetin o ilk yıllarında yaşasaydım ne hissederdim, diye, düşünüyorum, uzun bir ömür gibi gelen o savaşlar, kayıplar, yürek yırtan acılar, sonra o kısacık bir sürede yaşananlar, nefes, şaşkınlık, dönüşüm, yeniden doğuş. Varoluş. Özgürlük. Akıl. Saygı, sevgi. İnanç. O yüksek duyguların içinde, bir kahramanın yol göstericiliğinde, hızlandırılmış zaman tünelindeymiş gibi koşma. Bugünün deyişiyle ziplenmiş dosya gibi (ki yaşadığımız son 20-25 yıl için de böyle hissediyorum mesela) zihinsel ve kültürel kodlarımıza işlenmiş dolu dolu bir on beş yıl... Neşeyi, coşkuyu, sevinçten havalara uçmayı, aydınlanmanın ve eşitlenmenin gücünü, hele hele bir cumhuriyet kadını olarak okuduklarımdan hissedebiliyorum, enerji topluyorum da zamanı hissetme konusunda hayal gücüm işe yaramıyor. 

Bir daha okuyorum o ilk dönemde yapılanları, dünyanın şaşkınlığını, tepkisini, yine de ışınlanamıyorum o hisse. Atatürk’ün zamanı algılayışının zamanının ötesinde olduğunu bir kez daha anlıyorum. Zaman konusunda farkındalığı da, parlak zekâsı, aklı, planlama ve gerçekleştirme gücü de büyüleyici. Müthiş bir öngörü ve iç sesini dinleyerek (herkese kafa tutuyorsanız hem cesur hem çevrenizde olan bitenin bilincinde, hem de iç sesinizi dinliyorsunuzdur), hayatı pahasına zamanı iyi kullandığı da (burada tam Atatürk’ün hayalini kurduğu genç olan İnalcık Hocamı anmadan geçemeyeceğim, o da müthiş bir zaman mühendisiydi) bir gerçek. 

Zaman, insan hayatı, bilinmezliklerle dolu aynı zamanda, zamanı planlayabiliyor, doğru ya da yanlış kullanabiliyoruz (içinde insan olduğu için, kime göre neye göre sorusuyla), belirsizlikse hep var, ancak cesaretle, durumu saptayıp tespitini doğru yapar çözüm üretirsek, akılcı ve gerçekçi bakarsak, farkındalıkla kendimizi dışarıdan gelecek “tehlikelere” karşı koruyabiliyoruz. Toplumlar da insanlardan oluştuğu için insan hayatını toplum hayatı ile yer değiştirin, farketmiyor. 

Bugün 100. Yaşımızı kutluyor ve cumhuriyetin nimetlerinden faydalanıyorsak Atatürk’ün durum tespitini ve çözüm önerilerini zehir gibi saptayıp sorunlara saldırarak çözdüğünü (bu da sevgili İnalcık’da görülen bir davranış biçimi) görmememiz, sevgisi hâlâ bizi sarıp sarmalıyor ve güç veriyorsa doğru yolda olduğumuzu düşünmememiz için hiçbir neden yok.  

Atatürk kendisinin, memleketi için yaptıklarının çok övülmesinden hiç hoşlanmazmış, eleştirmekten korkan, fikrini söylemeyenlerden, karşısında el pençe divan duranlardan da çok sıkılırmış (zaman kaybı). Hayatının sonuna kadar en yakınında bulunmuş rahmetli Hasan Rıza Soyak, böyle gecelerden birinde, övgüler iyice uzayınca şöyle diyerek konuyu kapattığını söylüyor, hatıratında: “Efendiler, size şunu söyleyeyim ki, inkılapsa, Türkiye Cumhuriyeti’ni benim şahsımla kaim zannedenler çok aldanıyorlar, Türkiye Cumhuriyeti; her manası ile, büyük Türk Miletinin öz ve aziz malıdır. Kıymetli evlatlarının elinde daima yükselecek, ebediyen payidar olacaktır. Şimdi rica ederim artık bu bahsi kapayalım, bir daha da tekrar etmeyelim.” Fikir tartışmaları, nezaketle karşındakini dinleme, düşünme, paylaşma, ileri götürecek fikre değer verme eyvallah ama ilerlemeyi durduracak, boş kavgalardan da hoşlanmıyor (zamanın değerini bilme). Yürüyor bir başına (son derece bir başına, kendi keyfi için değil vatana adanmışlıkla), ülkeyi kültürel açıdan yükselteceğine inandığı liyakat sahibi ekibiyle, arkasına ona inanmış koca bir toplumu alarak. 

Doğunun ve Batının ülkemize, hızlı değişen Türkiye’ye merak ve şaşkınlıkla baktığı o kısa zaman zarfı… Paramparça halden doğan Türkiye Cumhuriyeti. Laiklik ilkesi. Devrim. Bugünün dünyasının dahi kabul ettiği, unutamadığı (zamana damga vurma) büyük lider. Orhan Koloğlu, 1938’e kadar olan tarihi süreç içinde ayrıntılı bir biçimde hem İslam hem de Batı ülkelerini karşılaştırarak tepkileri incelediği kitabında (Bir Çağdaşlaşma Örneği Olarak Cumhuriyet’in İlk Onbeş Yılı) bir ulusun doğuşuna nasıl şaşırdıklarını, “Büyük Savaşı izleyen bir sürü ihtilal içinde (Türkiye’deki kadar) beklenmedik ve takdire değer sonuçlar veren olmadı… Oysa, savaşın sonunda Türk milletinin yaşayabileceğine kimse inanmıyordu…” der. 1930 yılında Fransız siyasetçi ve fikir adamı Edouard Harriot’tan (New York Times, “Atatürk ve Türkiye” yazısı) bu da: “… içtimaî ve ahlâkî yeniliklerinden her biri tarihi bir kıymete haizdir; bunların hepsi biraraya gelince, tarihte, misli görülmemiş bir olay teşkil etmektedir.” Birkaç senelik bir zamanda (kendi ifadesi) gerçekleşen Türk Devriminde, ne insani ihtirasların coşması, ne maddi servetlerin ziyan edilmesi, ne de partilerin veya sınıfların kanlı kavgaları vardır, diye ekler ve bunun Türk inkılabının ruh eseri olduğunu, onu idare eden şahsiyeti Kant mektebinden bir filozof gibi gördüğünü!, onun demokrasinin ateşli savunucusu olduğunu, millet için ve milletle beraber çalıştığını yazar. 

Ne tatlı değil mi? Ne partilerin, sınıfların kavgası, ne ihtirasların coşması, ne maddi servet ziyanı, üstelik demokrasinin ateşli savunucusu olarak, millet için ve milletle beraber çalışmak… 

 

Çağdaşlaşmış ve son derece ciddi bir Türkiye

 

İngiliz uzman, C. V. Usborne, (“Turkeys Westernizing Movement”) “Çağdaşlaşmış ve son derece ciddi bir Türkiye, Avrupa politikasında her zamankinden daha kudretli bir güçtür” der. O yıllarda yarattığımız etki güzelmiş: Çağdaşlaşmış ve son derece ciddi bir Türkiye…  Ki, bunu bize zaman da gösteriyor, hem Doğulu hem Batılı bir toplum olduğumuz için, Atatürk de bunu çok iyi tespit edip (elbette kültürel süreci var bunun da) toplumu medeniyete taşımak için o özü ortaya çıkarıyor zaten. Değişik, çok değişik bir hareketi var Türkiye Cumhuriyeti devrimlerinin, formüllere gelmiyor (Bence o özel kök nedeniyle bugün halen Batılılar bizim toplumsal tepkilerimizi anlayamıyor, formüle gelmiyoruz).

Bunu nasıl yaptığına bakıp anlamaya çalıştığımızda, zaman kapsülünden bize aktarılanları okuduğumuzda, dinlediğimizde bugün bize de işaret olacak bilgileri anlatan çok değerli uzmanlarımız, araştırmacılarımız, zehir gibi nesiller var. Benim derdimse kültür, bana göre 70’lerin sonundan itibaren iyice çıkmaza girmiş, toparlanmaya çalışılsa, pırıl pırıl insanlarla fikirler, eserler ortaya konsa da gide gide daha da farklılaşmış bir alan kültür. Zihniyet tarihimiz, kültürün kendisi, çapı, dalgaları, iletişim, koruma, yaratıcılık ile toplumu dönüştürme ve birleştirme gücü beni büyülüyor. Atatürk’ün kızdığı bir sözmüş, cumhuriyetimizin mucizeye benzetilmesi, mucize değil, cumhuriyetin sahip çıktığı kültür de insanın eseri sonuçta. Yani bu yazı, cumhuriyeti kültürel açıdan ele alıyor. 

Cumhuriyetin akıl, aklın insan demek olduğunu, insanlık adına tüm değerleri kapsadığının bilincinde, insanlık adına ondan önce yaşanmış ve yaşanmakta olan gelişmelerin farkında, son derece hâkim, son derece kültürlü bir lider Atatürk. Çok başka, o kadar başka ki halkının, o farkında olmasa da insanlık adına çok zengin kültürünün, tarihinin bilincinde, toplumun, o kültürün onu kabul edeceğini, anlayacağını da herkesten önce farkediyor. Gözlem gücünün, hislerin, algının, aklın, sevginin, sadece insana odaklanmanın güzelliği... Bu toplumun kadınının erkeğinin kültürel kodlarını, iyilikseverliğini, fedakârlığını, sabrını, gücünü, ama aynı zamanda kendi iyiliğine olan tüm yeniliğe ve gelişmeye açık olduğunu görüyor, zaten 19. yüzyıl gibi ulus devletlerin kurulduğu, ulus bilincinin ortaya çıktığı, sosyal bilimlerin toplumların hayatına nüfuz ettiği bir dönem akıyor, imparatorlukların parçalandığı bir çağın sonu gelmiş, 20. yüzyıldayız. Süreç işliyor. Kurduğu cumhuriyetin çapı, ataklığı, çok kısa sürede zirveye yükselişi onun haklılığını ispatlıyor, toplumun hem içinde hem ilerisinde, toplumla kurduğu bağ o kadar sahici, insanlık adına o kadar gerçekçi temellere dayanıyor ki o yüzden Atatürk Cumhuriyeti, Atatürkçülük gibi tabirler doğuyor, o yüzden dünyada gözler ona ve kurduğu cumhuriyete çevriliyor. Kendimizi, kültürümüzü hiç küçümsemeyelim. Her toplumun farklı dinamikleri var, medeniyet kültür insanla var, zaten kültür de insan ve toplumların dinamikleri üzerinde yükseliyor. Yaşam ya da ölüm gibi bir noktada halkını yaşama yönlendirmesi bir yana, onun içindeki cevheri çıkarması ve o cevheri parlatmak için eğitime sorunu saptayıp geniş bir açıdan bakarak sarılması, kültüründen gurur duyacağı çıtaya yükseltmesi, ancak aklını kullanarak dönüştürebileceği, yüceltebileceği, varolacağı fikrini genç cumhuriyete benimsetmesi, o kuşakların bunu sahiplenmesi, anlaması, o inanç ve azimle çalışması, kuşaklar boyu bunun bizlere aktarılması… Hurafelerden uzak insana değer vermesi, akıl toplumuna yönlendirerek, kültür eğitim hukuk olsun her alanda odağına insanı alarak yükseltme hamlesi de bu yüzden. 

 

Kültür Devrimi

Cumhuriyetimiz, kuruluş değerleriyle, o değerleri gerçekleştirme gücü ve halen süren kararlılığıyla çok özgün, Atatürk kadar, kurucu entelektüelleri, birliği, ölümüne sevdalısı toplumu, inancı, bir olan halkı kadar özgün, sıradışı. Evet, bugün değişen toplumsal dinamikler(imiz)den, insanı kendinden eden şu hız çağında dünyanın vardığı acımasız hırslardan, hele hele ülkemizde gözardı edilen şeylerden sıkıldık, yorulduk. Ancak tarihe bakarsanız her toplum, her yüzyıl, çilelerle yaşanmış, şekillenmiş, siyasi çekişmeler, kavgalar, savaşlar, sosyal adaletsizlikler, gözyaşları eksik olmamış ama mücadele eden, bilime eğitime kültüre “kendi aklıyla” güvenen, okuyan, yüzünü medeniyete çeviren, çağdaşlaşan kazanmış. Ya da kazanamamış, dertlerle boğuşmasını sürdürmüş ve hatta yok olmuş. Ama biz başarmışız. Ve işte 100. yılımızdayız. Belki şimdi asıl sormamız, aradaki açığı kapatmamız için soru şu: Acaba biz kendimizi ve onun kurduğu cumhuriyetin kültürel (takıntılıyım bu konuda, kültür önemli) altyapısını ve yaptıklarını ne kadar tanıyor, üzerinde düşünüyor, analiz ediyor, bugüne bakıyor ve kopya çekip ne kadar dönüştürüyoruz?

 

Atatürk’ün kültür devrimi gerçekten de hiç bir toplumun bu kadar yoğun bir değişimi sığdıramadığı bir süreci kapsıyor. Akılcılığın üzerine inşa edilmiş Batı toplumunu çok iyi tanıyan Atatürk, son derece düşük okur yazarlık oranına sahipken, tarım, sanayi, teknoloji, bilim, sanat, hukuk, eğitim, kültüre değer vererek, herkesin gözünün açık kaldığı ve hatta yürüyeceğine inanmadığı özgün bir modelle bu cumhuriyeti kuruyor. O fakirlik, maddi yetersizlik içinde, o kadar kısa sürede, ortak paydası memleket olduğunda, vizyon, ideal, hedefler sağlamsa ve liyakat sahipleri görev başındaysa eğitim alanında ne büyük atılımların gerçekleştiğini genç araştırmacılar, o dönemleri yaşayanlar, uzmanları rakamlarla anlatıyor. Baktığınızda şaşırmamak mümkün değil. %70’den fazlası köylerde toplanmış bir nüfus, okur yazar oranı %10’un altında, nüfusun yarısından fazlası kadın, her 5 çocuktan sadece 1’inin (tabii ki kız çocukları oranı değil bu) okula devam edebildiği bir hakikatten, köylere köy ortamında öğretmen yetiştiren modellere, öğretmenliğin cazip hale getirilmesine vd... 1923-1924 öğretim yılında 4.894 olan ilkokul sayısı 1937-1938 öğretim yılında 6.700’ye, öğretmen sayısı 10.238’den 15.775’ye,  öğrenci sayısı ise 341.941’den 764.691’ya çıkmış. Öğrenci sayısı %224 artmış, 1938’de düşünün hâlâ Türkiye’deki 40.000 civarındaki köyün %83’ünde okul yok. Her birinin bize hatırlatılması, öğrenmemiz, değerlerimizi tanımamız gereken (kültür) müthiş ekip, çalışma arkadaşları var yanında, onu anlayan, enerjisiyle seviyeyi yukarılara taşıyıp alıp götüren. Dr. Reşit Galip de bunlardan biri. “Atatürk’ün ‘Fikir Fedaisi’ Dr. Reşit Galip” adlı eserinde Yener Oruç, “mülkiyetin belgesi tapunun üzerine, kültür ve tarihten oluşan mühür ve imzayı yerleştirmek istiyordu. Böylelikle ulusal mimariyi derin bir temel üzerinde geliştirerek kimsenin toprağından söküp atamayacağı bir ulus bilinci hareketini, Milli Eğitim Bakanı olarak sürdürüyordu.” Tüm kaynak yetersizliğine rağmen ortaokulu sonuna kadar okumamış bir genç, ilköğretimini tam yapmış sayılamaz, diyen, yani 8 yıllık eğitimi 1930’larda ilk dile getirenlerden. Dr. Reşit Galip de ne yazık ki çok erken yaşta vefat ediyor. Eğitim kahramanları ordusunun kilit isimlerinden Mustafa Necati Beyi de (ülkemiz için yaptıklarını burada anlatmaya satırlar yetmez, çok kıymetlilerden biri, Atatürk’ün yakın fikir kurmayı, başka bakanlıklarının yanısıra en son olarak üç yıl Maarif Vekili, ve tam Millet Mekteplerinin açılacağı gün, genç yaşta apandisti patlayarak vefat ediyor o da ne yazık ki, hüngür hüngür ağlıyor Atatürk), tüm emek verenleri de minnet, sevgi ve saygıyla anıyorum.

 

“… köylü ile şehirli arasında karşılıklı sevgi ve dayanış­ma duygularının kuvvetlenmesine…”

 

Afet İnan, “Atatürk Hakkında Hatıralar ve Belgeler” kitabında Atatürk’ün sözlerini not halinde aktarır ve  “Türkiye Cumhuriyeti’nin temeli kültürdür” dediğini yazar. Bugün bize bir bakıma, zaman içinde yaşanan pek çok gelişmeyle unutturulmuş kilit bir cümle bu. Aslında sokağa çıkıp, hatta kültürlü insanlara bile sorsanız kültürü tanımlamada anlamlı cevaplar alacağımız şüpheli. Bir sürü merkezler, kurumlar, dernekler açılıyor, zaman akıyor, çok iyi çalışan da var, ama, ama işte… O temelden uzaklaştırılmışız. Bu konuda yıllarca yatırım yapılmamış, kültür ve medeniyet (kültürünüzü koruyorsanız medeni olursunuz, medeniyet kültürle birlikte gelir) nedir unutmuş, her birimiz, kurumlarımız, kendi kendine, olabildiği kadar bu konularda var olmaya çalışmış. Halkı önemsememiş, onun eğitimini, kültür temelini, sanatsal, yaratıcı yanını göklere çıkarmamış, kültürü sokaklara sermemiş ve çok uzun yıllardır böyle yapılmış. Oysa eğitimle kültür ve ulusal bilinç ilişkisinin kilit bir ayrıntı olduğu, o ayrıntının üzerine çalışıldığı, ona kıymet verildiği, yüceltildiği için akıl toplumlarına koşuyoruz, Batının medeni ülkelerinde kültür kilidi çoktan çözüldüğü için tıkır tıkır işliyor oralarda. 

 

Günümüzde, artan çok fazla tanımı var kültürün. Ama bir temel gerçek var, kültür üzerine çalışanlar kültürün, kesin olarak yerli ve milli (bu tanımı duyanlar şaşırıyor, bu yeni bir icat değil, ayrıca cumhuriyette ve benim dönemimde, yani 70’lerde okurken, dünyaya elbette gözlerimizi kapamadan yerli ve milli şuurla yetiştik) ve bir ulusa ait olduğunu, bir ulusun, ulus olma bilinci ve birliğinin ancak kültürle olacağını biliyor. Bu, kendini dış dünyaya kapatıp hamasetle, ezberle yetinmek değil, tam tersine kendi geçmişini, kültürünü gerçek anlamda tanımak, bilmek, topluma yayıp gelişmeyi sağlamak (elbette eğitimle, bilinçle) ve tüm medeniyetlere açık, paylaşımcı, önyargısız bir varoluş demek. Çünkü içinde insan, insanın ürettikleri var. Kültürün yoksa sen de yoksun. Bayağı derin ve önemli bir konu. Çünkü bir ulusa ait, çünkü soyut somut bilgi, üretim, sanat, gelenek, görenek, dil, inanç, alışkanlık, değer yargıları, yiyecek, giyim-kuşam gibi insanın yarattığı tüm unsurları kapsıyor, kuşaktan kuşağa öğreniliyor, yeni kuşaklara aktarılıyor, toplumsal yanı nedeniyle değişiyor, saygıyla dönüşüyor, insana dair zenginlikleri kapsadığı için çağı yakalıyor, öyle dondurulmuş bir yiyecek gibi değil ama korunuyor ve toplumu bütünleştiriyor. Tüm bu yerel olan özellikleri aslında onu hem capcanlı, merak uyandırıcı, birleştirici, hem de uluslararası da kılıyor. Atatürk hem bunu, hem de hiç şüphesiz, kültürün pek çok tanımını ve önemini biliyordu (4 bini aşkın kitaba sahip kütüphanesi, koleksiyonları olan, danstan müziğe, felsefeden edebiyata, her koşulda günde en az 100 sayfa kitap okuyan, dünyayı tanıyan bir zihin), kültürün toplumu birbirine sımsıkı ve huzur içinde bağladığını, geliştirdiğini, devletin de ancak böyle yükseleceğini. Eğitim altyapısının bu yönde güçlenmesi gerektiğini de. “Kültür ile uygarlığı ayırmak güç ve gereksizdir, diyor, “Kültür, bir insan toplumunun devlet yaşamında, düşünce yaşamında, yani bilimde, sosyolojide ve güzel sanatlarda, ekonomik yaşamda yapabildiği şeylerin sentezidir.” Sonra, “kültür, okumak, anlamak, görebilmek, görebildiğinden mana çıkarmak, intibah almak, düşünmek, zekâyı terbiye etmektir. Yine insan, enerjisiyle ve fakat tabiatın ona iltifat edil­dikçe tükenmez yardımıyla, yükselen, genişleyen insan zekâsı, hudutsuz kavrayış anlamında 'insanım' diyen bir özel niteliği olur.” “İnsanım, diyen bir özel bir nitelik”. Konunun derin olduğunu söylemiştim, halka duyuruyor: “İnsanların hayatına, faali­yetine hâkim olan kuvvet yaratıcılık ve icat ka­biliyetidir. İcadı ve yaratıcılığı yapabilen insanların ise, mutlaka kültürlü olmalarının şart olduğu ortaya çıkmıştır.” Sonra, bugün bize unutturulmuş, Allahtan şimdilerde Alacahöyük sergisiyle (Yapı Kredi Kültür Sanat) hatırlatılmış, bayıldığım şu cümlesi: “Türkiye Cumhuriyetinin temeli kültürdür.”

“İnsanım, diyen bir özel niteliği olur” diyor, “yaratıcılık ve icat kabiliyeti.” O özel niteliği yükseltmek bilindiği gibi sadece fen bilimleri ile olmaz, insan sosyal bir varlık aynı zamanda, anlamak isteyen, sosyal bilimler var, anlama büyük yarar sağlayan. Hukuk, Sosyoloji, antropoloji (kültürle bağlantısı nedeniyle daha da mühim), felsefe, tarih, coğrafya, mantık, estetik, psikoloji, özellikle sosyal bilimler kendimizi ve toplumu anlamamızı sağlıyor. Okuyor, öğreniyoruz, kendi fikirlerimiz oluyor, sentezler yapıyor, karşılaştırıyor, farkındalık kazanıyoruz. Böyle böyle oluyor, var oluyoruz. Cumhuriyetin, Atatürk’ün hayali de, birey olarak her birimizden beklediği de bu varoluş, sonra da emanet ettiği bu güzel memleketi tüm varlıklarıyla daha da anlamlı hale getirmekti. 

 

Adalet ve hak, eşitlik, bağımsızlık üzerinde düşünmek, anlam, gerçekten hakka değer vermek… İlk açılan fakülte Hukuk Fakültesi bu yüzden, sonra ziraat, siyasal bilgiler, Ahmet Arslan Hocanın dediği gibi, adı bile çok güzel olan Dil Tarih, daha sonraları üniversite reformunda dönüştürülerek açılan İstanbul Üniversitesi. Hukuk, Adalet, Eğitimde birlik (Tevhid-i Tedrisat Kanunu), ulus olma bilinci ve gururu, kadın erkek eşitliği, özgürlük, kültürün bir öğesi olan dinin kişiselliğinin/devlet işlerinden ayrılmasının altının çizilmesi, akılcılık, cehaletle savaş, emeğe saygı, halkçılık, halkla aydın kesimin arasını kapatma azmi, kimliğini koruyarak medeniyete, yani akıl toplumu olan Batıya yönelme. Sonra halk evleri (Reşit Galip’e Halk Evlerini kurma görevi verilmiş). Köycülük, halk odaları… 

Bugün, aradan geçen zamanda her biri ne yazık ki birbirine benzeyen, özgünlüğü elinden alınan, yani kültürü tahrip edilen köylerimiz ve köycülük! Halk Evleri 19 Şubat 1932 günü açılıyor, ilk başta Ankara olmak üzere, bir gün ara ile Samsun Diyarbakır Eskişehir İzmir Konya Denizli Van Aydın Çanakkale Bursa ve İstanbul’da çalışmaya başlıyor, kısa zamanda tüm illere yayılan bir kültür örgütü haline geliyor. 

Halk Evlerinin açılışında Atatürk “Türkiyenin sahibi ve efendisi kimdir?” diye soruyor, “Köylüler” sesleri, duyuluyor kalabalıktan. “Bunun cevabını derhal birlikte verdik. Türkiyenin hakikî sahibi, efendisi, hakikî müstahsil olan köylüdür. O halde herkesten daha çok refah ve saadete lâyık olan köylüdür. Türkiye Büyük Millet Meclisi hükümetinin iktisadi siyaseti bu aslî gayeyi istihsale matuftur. Yedi asırdan beri cihanın dört köşesine sevkederek kanlarını akıttığımız, kemiklerini yabancı tapraklara bıraktığımız ve yedi asırdan beri emeklerini ellerinden alıp israf ettiğimiz ve bunca fedakârlıklarına ve ihsanlarına karşı nankörlük, küstahlık, ceb­barlıkla uşak menzilesine indirmek istediğimiz bu aslî sahibin huzurunda bugün hicap ve ihtiramla hakiki vaziyetimizi alalım.” Halkevleri kuruluşunda en çok çaba harcayan, temel ilkelerini hazırlayan kişi, dönemin Milli Eğitim Bakanı Dr. Reşit Galip de açılış konuşmasında, “ulusal varlığın sağlıklı olması, köylünün refah ve mutluluğuna bağlıdır. Köylü korunmalı, bilinçlenmeli ve kültürü yükseltilmelidir. Köylüyü ezen vergiler kaldırılmalı ve koruyucu vergiler konmalıdır” diyor.

(YAZI DEVAM EDECEK)

Arşiv
Kapalı
Abone ol cumhuriyet